Bazen bir şehir, dizide yalnızca fonda kalmaz, hikâyenin merkezine yerleşir. Sex and the City dört kadının hayatını anlatırken aslında beşinci bir karakteri de hep sahnede tutar: New York. Işıklarıyla, kaldırımlarıyla, sokaklarıyla, modanın nabzını tutan vitrinleriyle… Şehir, yalnızca yaşanılan bir mekân değil, giyilen bir elbise, atılan bir kahkaha, unutulmak istenmeyen bir aşk gibidir. Carrie Bradshaw’ın evinin önündeki merdiven, Miranda’nın koşuşturduğu metro durakları, Charlotte’un sanat galerileri ya da Samantha’nın geceyi aydınlatan Manhattan manzarası; hepsi hayatın duygusal yükünü taşıyan görsel hafıza katmanlarıdır. Sex and the City’nin merkezine yerleşen New York’un nasıl bir “beşinci karakter” haline geldiğini; sokakların, binaların, köşe başlarının ve vitrinlerin bu hikâyeyi nasıl taşıdığını konuşacağız bu yazıda.
Topuk Seslerinde Yankılanan Şehir: New York’un Mekânsal Hafızası

New York’un kaldırımları bu dizide sadece yürünmek için değil, anlatılmak için vardır. Carrie’nin topuklu ayakkabılarıyla şehri adımladığı her sahne, şehrin birbirinden farklı köşelerine işlenmiş kişisel hafızanın tekrarıdır. Jimmy Choo’ların takırtısı bazen bir yazının başlangıcı, bazen bir ilişkinin son notası olur. Carrie, West Village’da bir kitapçıya uğrayıp eski sevgilisiyle karşılaşır, Midtown’da bir galeri açılışında geçmişinden bir hayalete rastlar. Şehir, hikâyenin hem dekoru hem de belleğidir.
Bazen bir Upper East Side apartmanının taş kapısı, bazen Central Park’ın sessiz bir köşesi çeker bizi içine. Dizi boyunca önünden geçilen sokaklar biz – izleyiciler – için hatıra alanlarına dönüşür. Carrie’nin evinin önündeki merdivenler artık herkesin zihninde bir simgeye dönüşmüş; bir yaşam tarzının, bir anlatının başlangıç noktası hâline gelmiştir.
Şehir sabit değil devinimlidir. Bir sabah SoHo’daki modern bir kafede kahve içerken, bir sonraki sahnede Tribeca’daki bir sanat sergisinde buluruz onları. İzleyici için her mekân bir hissi barındırır: özgürlük, yalnızlık, arayış ya da doyum. Aynı sokaktan ikinci kez geçerken kamera açısı değişir; çünkü karakterin duygusu da değişmiştir. Carrie’nin “I couldn’t help but wonder…” dediği her an, aslında New York’un bir başka köşesi konuşmaya başlar.
Samantha Jones: Özgürlük ve Cesaretin Yansıdığı Mekânlar
“Samantha Jones was a New York inspiration.”
Bu cümle yalnızca Samantha’nın karakter tanımı değil; aynı zamanda New York’un onun üzerinden yeniden yazılan bir kimliği. Samantha için şehir, bir arkaplandan fazlasıdır. O, metropolün tam kalbinde yaşar, onu şekillendirir, ondan beslenir. Dizi boyunca girdiği oteller, rooftop barlar, sanat galerileri ya da lüks restoranlar, onun karakterini değil, dönemin şehir ruhunu yansıtır. New York onun için bir ilham, ama aynı zamanda da bir oyun alanıdır.
Meatpacking District gibi bir zamanlar göz ardı edilen bölgeler, Samantha’nın yaşam alanı hâline gelirken, şehrin sınırları da onun özgürlüğüyle genişler. Samantha’nın dairesi geniştir, camları açıktır, manzarası meydandadır. Apartmanı dahi, onun toplumdan gizlenmeyen bir karakter olduğunun göstergesidir.
Bir rooftop partide gösterişli bir şekilde sahneye çıkarken ya da bir sokak köşesinde yeni biriyle flört ederken, arka plandaki New York silueti onun öz güvenini taşır. Samantha’nın New York’la kurduğu ilişki, şehrin kendine has çekiciliği kadar özgün ve unutulmazdır. Onunla birlikte New York, hayallerin değil cesaretin yansıdığı bir aynaya dönüşür. Sıradanlıktan sıyrılır ve göz kamaştıran bir yer olur.
Yalnızlığın Dışavurumu: Metropolde Kadın Olmak
New York gibi büyük bir metropolde yaşamak, bazen etrafın insanlarla dolu olmasına rağmen kendini yalnız hissetmek demektir. Modern şehir, kalabalığın içinde yalnızlaşan bireyin sahnesidir. Ama Sex and the City bu yalnızlığı kötü olarak anlatmaz, onu romantize eder. Carrie’nin pencereden dışarı bakarken sigara içtiği o meşhur sahne bir mola değil; şehrin ritminde kaybolan bir ruhun dışavurumudur. Arkada şehrin gece silueti belirir; sarı taksiler geçer, uzaklardan bir siren sesi gelir. Ve Carrie, şehrin göbeğinde ama bir başına, bir an için zamanla bağını keser. Binalar yüksektir, yollar geniştir, insanlar çoktur; ama Carrie, kendi duygularında yalnızdır.

Bir kafede tek başına oturmak, parkta bankta düşünmek, metroda içe dönmek… Bunlar yalnızca dolgu sahneler değildir. Bunlar, metropolde yaşayan kadının yalnızlığına yapılan sinematografik dokunuşlardır. Yalnız olmak burada bir eksiklikten çok kendinle baş başa kalmanın bir yoludur. Ve şehir, bu anların sessiz bir eşlikçisidir.
Dönüşen Şıklık: New York’un Modayla Oluşturduğu Kimlik

Sex and the City’de moda şehrin dili, sesi hatta hatırası haline gelir. Jimmy Choo topuklular, Manolo Blahnik’ler öylesine giyilen parçalar değildir; hepsi şehri okuma biçimleridir. Carrie’nin pembe tütüsüyle açılış sahnesi, bu anlamda New York’un sokağa yansıyan teatral yüzüdür. Dizi boyunca modayla kurulan ilişki, tamamen mekân üzerinden inşa edilir. Carrie’nin Vogue ofisindeki sahneler şehrin elit yüzünü taşırken; Chinatown’daki vintage mağaza alışverişi başka bir New York’un kapısını aralar. Moda burada karakterin iç dünyasındansa, şehrin bölgesel ruhunu yansıtır. Uptown’da giyilen bir elbise ile Downtown’daki bir kombin aynı duyguyu vermez.
Yazmayı meslek edinmiş, kendi hikâyesini baştan yazan bir kadının, gazeteden yapılmış gibi görünen bir elbiseyle dolaşması da rastlantı değildir. Gazete sayfaları gibi katmanlı, açık ama okunmayı bekleyen bir ruhu vardır Carrie’nin, tıpkı Dior’un ikonik gazete desenli “Gazette Dress” elbisesi gibi.
Geçtiğimiz günlerde elbise 25 yıl sonra Jenna Ortega tarafından yeniden giyildiğinde ise moda dünyası nostaljiyle birlikte; bir karakterin ve bir şehrin zamansızlığını hatırlattı bizlere. Çünkü New York’ta moda, kişiliğin bir dışavurumu, sokakların bir dili, zamanın üzerinde yürüyen bir karakterdir. Carrie’nin, “Shopping is my cardio!” dediği anlar şaka gibi görünse de, aslında şehrin ritmiyle kurulan bireysel bağın özeti gibidir.
Şehirden Kaçamamak: New York’un Kaotik Romantizmi
New York’un Sex and the City’deki portresi ne tam bir ütopyadır ne de distopik bir mekân. Şehir, karakterlerin kaçmak isteyip de kopamadığı bir aşk gibi anlatılır. Kimi zaman yorar, kimi zaman şaşırtır ama asla terk edilemez. Carrie’nin Mr. Big ile yaşadığı inişli çıkışlı ilişki de aslında şehrin kendisi gibidir. Karmaşık, yer yer kırıcı ama bir o kadar da vazgeçilmez.
Carrie’nin Paris’e taşındığında hissettiği boşluk ya da inişli çıkışlı ilişkilerinde sürekli şehre dönüşü, aslında bir mekâna değil; bir duyguya, bir aidiyete dönüşünü gösterir. Bazen yağmurlu bir akşamda taksi bulamamak, bazen bir metro istasyonunda unutulan bir bakış… Hepsi büyük şehir hayatının küçük ama değerli anlarını oluşturur. Dizi boyunca New York’a dair hissedilen şey; onun sadece bir yer değil, yaşayan, kırılan, değişen bir karakter oluşudur.
New York, karakterlerin hayatına onların duygularına eşlik eden bir dost gibi girer. Ve finalde dönüp dolaşıp hep oraya, o tanıdık sokaklara, sarı taksilerin arasına geri dönülür. Çünkü New York, ne olursa olsun, hikâyenin başladığı ve hep süreceği yerdir.