Theo Angelopoulos, 1935 yılında Atina’da dünyaya geldi. Hukuk okuyarak başladığı kariyer yolculuğuna askeri görevle gittiği Fransa’da tanıştığı sinema ile devam etti. Angelopoulos 2012’deki ölümüne kadar film yapmaya devam etti ve sinema tarihinin en iyi yönetmenlerinden biri olarak tanındı. Çalışmalarında uzun çekimler, yavaş ve epizodik anlatımlar, insanlık temaları ve ülkesinin tarihi ve kültürünün etkisi ağır basmakta olan Angelopoulos, bir taraftan mitler aracılığıyla antik Yunan mirasına sayısız göndermelerde bulunurken, bir taraftan da Yunanistan’ın yakın dönem tarihine yer ayırdı filmlerinin anlatısı içinde.
Öze Dönüş: Kitara’ya Yolculuk

“Böyle zamanlarda ilgiyi bedenime veriyorum,
bana yaşadığımı hissettiren yegane varlığa.”
Aşkın esrarengiz bölgesine geri dönmek, terk edilmeyi, sürgünü ve melankoliyi de kabul etmektir. Theo Angelopoulos’un 1984 tarihli Kitara’ya Yolculuk filmi de adını Charles Baudelaire’ın şiirinden alır. Filmin yapısı şiirsel bir örgüdür.
Kitara, Afrodit’in görkemli gölgesi olan hayali bir adadır. Kalbe dokunan tüm kavramların düalitesidir. Okyanus’un ortasında bir karartı, idealize ettiklerimizin uzak coğrafyalardaki varlığının kanıtıdır. Kitara’nın ada olması ise idealize edilmiş romantizmin bizi sevdiğimiz insanlardan ve yerlerden ayırabileceğine dair bir işarettir. Yalnızlığın karası Kitara’da kendi cesedini darağacında bulan ölümlü insanın çaresizliğinin şarkısı duyulur. Paramparça olmuş cesedini ağaçtan indirmekle yükümlü olan insanın çaresizliği kuş seslerinde yankılanırken Kitara’nın gerçek bir yer olduğu ile yüzleşiriz. Kitara’ya yolculuk ise öze dönüşün başlangıcıdır.
Hayal kırıklığının dağınıklıyla özdeşleşmiş olan filmde Angelopoulos bizi siyasi iklimin ağırlığından, şiirselliğin akışkanlığına kadar uzanan bir spektrumda karşılar. Kendi deyimiyle Sessizlik Üçlemesi’nin ilki olan Kitara’ya Yolculuk, Angelopoulos’un kendi babasından esinlenerek oluşturduğu eski bir komünist olan Spyros karakterinin, Yunan İç Savaşı’na katıldığı için Sovyetler Birliği’nde geçirdiği 32 yıllık sürgünün ardından Yunanistan’a dönüşünü konu alır.
Aynı anda, hem karısından ve ailesinden uzaklaşmış yaşlı bir adamın aşk hikayesi, hem de savaş sonrası sol düşüncenin solmuş hayalleri hakkında politik bir alegori olan filmi izlerken kendimizi; mit ya da alegorinin açıklanamaz yapısıyla yinelenen gömülü yazışmaları bulmak için, başlangıçta önemsiz görünen ayrıntıları gözden geçirirken buluyoruz. Artık var olmayan bir geçmişe dönmenin melankolisine takıntılı bir filmde, Angelopoulos’un üslubu sürekli olarak daha önce yaşananların anısı aracılığıyla bize eşlik ediyor. Angelopoulos’un modernist olarak görebileceğimiz bu üslubundaki sıradanlık, filmin barok kompozisyonlarında yükseliyor. Son karelerde çözmek zorunda bırakıldığımız kıyamet dünyasından dikkatimizi dağıtan, sıra dışı bir doğallık da söz konusu. Bu minimalist sinema, yarattığı öz-farkındalıktan harika bir şekilde arınmış ve kameranın eylem duygumuzu köreltme konusundaki yavan yeteneğini vurguluyor.
Kayıp Cennetlere Duyulan Özlem: Arıcı

“İlk kez güneşli bir gündü
Sonsuz ışıktan kör olmuştuk
Arzularımızın hiçbiri gizli değildi
Boşuna bir gölge arıyorduk.”
1986’da gösterime giren Arıcı, yaşlanma, kayıplar ve modern Yunanistan’da var olan kuşak farkı üzerine ağır ama güzel bir şekilde gerçekleştirilmiş bir film olarak karşımıza çıkıyor. Arıcı, işinden ayrılarak hobisi olan arıcılığın peşinde Yunanistan’ı dolaşan 60 yaşında bir adamın hikayesi olarak gelişiyor. Zamanın geçmesinden korkan bir adamın hassas hikayesinde grileşen melankolinin teatral sınırlarında dolaşıyoruz.
Film, tüm hayatların birer anıya dönüşmesi üzerine son derece samimi bir düşünce barındırıyor. Ayrıca Angelopoulos bu filmini, eski bir kullanım şekli olan 1.37:1 en boy oranıyla çerçeveleyerek, biçimsel bir farklılığa gitmeyi tercih ediyor. Film bağlamında bu biçim, Spyros’nun şimdiki zamanda yaşamakla mücadele ettiğini ve geçmişinden kaçamadığını göstermek için gereken zemini oluşturuyor. Onu izlerken yabancılaştığımızı hissediyoruz.
Angelopoulos’un filmi, artık var olmayan bir geçmişe duyulan özlemin tehlikelerini ortaya koyuyor. Bu ise sadece daha fazla hayal kırıklığına yol açan bir özlem. Arketipler aracılığıyla temsil edilen imge ve temalardan oluşan bir filmle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Filmde tasvir edilen Yunanistan’ın da, filmin ana karakteri Spyros gibi çorak ve yıkık dökük olduğunu görüyoruz. Yollar evler mekanlar hep bir eskilik ve yıpranmışlık barındırıyor. Bir zamanlar harika olan ama şimdi tıpkı Spyros gibi maskaralığı sürdürmek için mücadele eden bir ülkede farklı dünyalara ait iki ruhun karşılaşmasını ve ortak bir izolasyon paydasında nasıl birbirleyle temas edebileceklerini görüyoruz. Sevilmek için duyduğumuz temel arzunun kasvetli ve bastırılmış bir atmosferde nasıl duygudan yoksun bir şekilde anlatılabileceğine tanık oluyoruz. Yaşadığımız deneyimin tadına varırken gerçek dünyanın soğukluğu ile yüzleşiyoruz.
Bir Hayalin Peşinde: Puslu Manzaralar

“Ben mi? Hiçliğe doğru sürünen bir salyangozum.
Nereye gittiğimi bilmiyorum.
Bir zamanlar bildiğimi sanıyordum.”
Üçlemenin son filmi olan Puslu Manzaralar‘a geldiğimizde ana temanın yolculuk olduğunu bir kez daha görüyoruz. Bazen, öyle zamanlar gelir ki orada bile olmayan bir şeyi aramak için zaman içinde yolculuk yaparız. Bu arayış belki şiirsel bir mesajın parçalarına, belki baş döndürücü bir atmosfere, belki de yeni bir hisse dairdir. Bu sefer Angelopoulos bizi, iki küçük çocuğun Atina’daki evlerinden kaçarak Almanya’da olduğunu duydukları babalarını arayışlarına tanık ediyor.
Melankolik dünyaların kahramanı Angelopoulos bizi, Yunanistan’ın güneşli sahillerinden alıp kuzeye götürüyor. Balkanların karışık dokusuna zamanın gerisinden gelen bir şiirsellikle dokunuyor. Nostalji ve anıların tüm kumaşını yeni filmlerine dokuyor. Yetmeyen yerlere de kendimizden koymamızı bekliyor.
Puslu Manzaralar, gündelik hislerden, hayallerden, üzüntülerden ve hayatın parıltılarından doğan bir sanat eseri. Filmin açılış sekansında Voula’nın Alexandros’a anlattığı yaratılış hikayesindeki çiçekleri topluyoruz film boyunca. Angelopoulos, herhangi bir sanat eserinde nadiren rastlanan bir şiirsellikle perdenin ötesine geçiyor. Yol boyunca peşi sıra gördüğümüz puslu manzaralarda gündüz düşlerini buluyoruz.
Mutluluk anlarının gelip geçiciliğine ve hayatın süregelen döngüsünün getirilerine dair anektodlarla değinen filmle, yolculuğumuzun sonuna gelip Sessizlik Üçlemesine veda ediyor ve kendi yolculuğumuza çıkıyoruz.

“Hiç gelmeyecek, hiç göremeyeceğim daha iyi bir dünyanın kırık dökük hayalleriyle öleceğimden korkuyorum.” diyen Angelopoulos’u nispeten haklı çıkaran bir dünyada değil miyiz? Fakat bir yandan da burası hikayelerin asla sona ermediği bir dünya. Her ne kadar Theo Angelopoulos’u 2012 yılının Ocak ayında kaybetmiş olsak da, Eleni Karaindrou’nun imzasını taşıyan müziklerle de efsaneleşmiş bir Angelopoulos sinemasına sahip olduğumuz için oldukça şanslıyız. Şu anki gerçekliğimizde daha iyi bir dünya hayaline sarılırken bize yalnız olmadığımızı hatırlattığı için Angelopoulos’a kalbimizin köşesinde bir yer ayırıyoruz.
Kaynakça
• The Beekeeper, Erişim Tarihi: 31.01.2024, Web.
• Theodoros Angelopoulos Quotes, Imdb, Erişim Tarihi: 31.01.2024, Web.
• Scott Foundans, Angelopoulos, Film at Lincoln Center, Erişim Tarihi: 31.01.2024, Web.
• David Hudson, Angelopoulos, Mubi, Erişim Tarihi: 31.01.2024, Web.


