Sofia Coppola, son uzun metrajı Priscilla ile seyircisine bir kez daha hatırlatıyor ki; kadınların, tutkuları olduğu kadar parlak zihinleri de var. Genç kadın hikayeleri anlatmadaki başarısı ile bilinen Coppola, Priscilla’da kendi Marie Antoinette‘ine mükemmel bir karşıt nokta oluşturuyor. Genç bir kızın, ülkenin en ünlü ikonuyla yaşadığı romantizm tarafından yönlendirilen, mükemmel 1950’ler Amerikan ev kadını rolüne hapsolmasının hikayesini büyük bir empati ve özenle işleyen filmde, çocukluktan vazgeçerek ışıklar altına itilen bir hayata doğru bakıyoruz.
Başrolde Venedik Film Festivali‘nden En İyi Kadın Oyuncu ödülü ile dönen Cailee Spaely, kadın kılığına girmiş bir kızın özünü mükemmel bir şekilde yansıtarak, arada bir yüzeyde beliren çatlaklarla mükemmel bir şekilde baş ediyor. Ve onun karşısında, Jacob Elordi, altın bir idolün insanlığının derinliklerine inmeyi başararak Elvis Presley olarak ortaya çıkıyor. Coppola, kız çocukluğunun bir hapishane gibi hissettirdiği hikayeleri anlatmakta hiç kimsenin olmadığı kadar özgün. Elvis ve Priscilla’yı bir arada gördüğümüz ilk andan itibaren, ilişkilerindeki güç dinamiğinin ne şekilde işleyeceğini fark edebiliyoruz. Yönetmenin filme karşı tutumu Priscilla gözünden ve neredeyse tamamında Elvis’e eleştirel.
Priscilla Presley’nin “Elvis ve Ben” isimli kitabına sadık bir biçimde uyarlanan film, 1959 Eylül’ünde Batı Almanya’da başlayarak ikiliyi kiralık bir ev partisinde göz göze getiriyor. Elvis’in gözleri yaşına uygun kadınların hepsinin ötesine bakıyor ve bu uyumsuz kızda takılıyor. Ergen Priscilla’nın müzik tanrısının cazibesine hayran olması anlaşılır olsa da, Elordi’nin cansız bakışları rahatsız bir şey hissettiriyor. Bu sahne, hem sevimli bir buluşma hem de ürkütücü bir his veren eşit parçalara bölünüyor.
“Gördüğüm tek şey deli bir kadın.”
“Hayır, arzulanmak istenen, ihtiyaçları olan bir kadın.”
Her kareyi saran dumanlı sis ve özenle seçilmiş müzik parçaları, dışarıdan bakıldığında burada çok yanlış bir şey olduğunu kabul ettirirken, Priscilla’nın Elvis’e duyduğu sevgiyi de anlamamızı sağlıyor. İkili arasındaki aşkı yükseklerde hissetmiyoruz belki ama var olduğunu görebiliyoruz. Priscilla, dünyanın en ünlü kalp hırsızından doğru cümleler duyan bir aşık genç kız; ondan nasıl davranmasını bekleyebiliriz ki?
Senaryo yargılayıcı veya öğretici değil ve Priscilla’yı bir mağdur gibi göstermiyor. Cailee Spaeny’nin muhteşem performansı, Priscilla’nın gençlikteki saflığını somutlaştırırken, Elvis’le ilişkisi boyunca ne kadar çok geliştiğini de hızla betimliyor. Jacob Elordi, çekiciliğiyle büyüleyici olup, yaş farkına ve en kötü anlarına rağmen Priscilla’nın Elvis’e nasıl ve neden aşık olabileceğini anlamamızı sağlayarak, onu hiçbir zaman tek boyutlu bir canavar gibi somutlaştırmıyor. Senaryo ve performanslar, bu hikayenin en insani unsurlarını yakalıyor. Priscilla ve Elvis, spot ışıkları altındaki iki karikatürden çok daha fazlası. Gerçek ve dürüst bir anlatım söz konusu. Kendini yavaşça itaat altına alan birine, tanınmaz birine dönene kadar sizi manipüle eden birine aşık olan bu genç kızla empati yapmamızı istiyor. Hem yıkıcı hem de yeniden doğma gücüne sahip bir anlatım.
Elvis, yorgun ve yalnız. Annesinin yasını tuttuğu sırada evinden binlerce mil uzakta. Dünyada neler olduğuna dair bağlantısını yitirdiğinden endişe duyarak Priscilla’ya içini döküyor. Priscilla’nın neden böyle güçlü duygular geliştirdiğini kolayca görmek mümkün; dünyanın en büyük seks sembolü, size özel olarak içini açıyor ve onun yanında olmanızı istiyor. Priscilla için göz ardı edilmesi kolay olan kırmızı bayraklar var ve Coppola onun bakış açısını oldukça hassas bir şekilde ele alıyor. Yalnız ve bağlantı kurmaya aç olan bu kız, Elvis’in hayatına girmesi ile birlikte bir peri masalının içine düştüğünü hissediyor.
Günlerce beklenen telefonlar, alınan plaklar, dinlenen müzikler, dergilerden okuduğu haberler, Priscilla’nın, ilişkilerinin ilk gününden beri çok yalnız olduğunu ustalıkla gösteriliyor. Sürekli bekleyerek ve onun istediği her şeyi yapmaya çalışarak geçen bir ilişki dinamiği var karşımızda.
Film, Priscilla’nın Graceland koridorlarında ve boş odalarında “Yıldız”ı beklerken dolaşmasını takip ettiğinden, Marie Antoinette ile karşılaştırmalar kaçınılmaz oluyor. Bir noktada zaman geçirmek için bir butikte iş bulabileceğini belirttiğinde Elvis ona kesin bir şekilde “seni aradığımda telefonun başında olmalısın”ı emreder. Bir kez daha, bu ilişkide kimin kararları verdiğini Priscilla’ya ve bize hatırlatıyor. Elvis, onu alışverişe götüreceğini söylüyor ve onu tamamen kendisinin gördüğü daha yaşlı bir versiyona dönüştürmeye çalışıyor. Ona daha fazla makyaj yapmasını ve saçını daha koyu renge boyamasını söylüyor, onu gün geçtikçe daha çok süs bebeğine dönüştürüyor. Tüm bunlar olurken ise Priscilla’nın bunları reddetmek için hiçbir nedeni olmadığını ve onun istediği kadın olmak için her seferinde bu işbirliğine göz yumduğunu izliyoruz.
Elvis, kariyeriyle ilgili hayallerini ve hedeflerini Priscilla ile paylaşarak, hayatında yapmak istediği şeyleri ona her zaman anlatıyor. Tüm acısını ve sıkıntılarını her zaman ona döker fakat hiçbir zaman aynısını onun yapmasına izin vermez. Asla onun hayallerini, arzularını ve isteklerini önemsemez. Priscilla, tüm bunlara rağmen onu sevmeye devam ediyor. Film onu ne bir canavar ne de dört dörtlük bir sanatçı olarak gösteriyor. Siyah veya beyazdan ziyade gri olan, o dönemin karmaşık bir adamı. Elvis, bağlanmayı ve aşkı arzuluyor, fakat gerçek bir ilişki nasıl kurulur bilmiyor. İlk günden itibaren bu genç kız üzerinde kurduğu gücün her adımda farkında olduğunu görüyoruz. Onun bu “avcı” davranışları evlendikten sonra sona ermiyor, evlilikleri boyunca da bu manipülasyon devam ediyor. Priscilla, izleyicinin Elvis’i ikon olarak görmesine izin vermek yerine, sadece Priscilla’nın gözleriyle evdeki adamı göstermeyi tercih ediyor.
Coppola, bu filmiyle ergenliğin, yalnız bir varoluşa dönüşümünü ustalıkla betimliyor ve etkileyici bir birinci el bakış açısı sunuyor. Zorluklarla yüzleşirken Priscilla’nın başa çıkma mekanizmalarını simgelemek için kostümleri, saçları ve makyajı ustalıkla kullanıyor. Film ile ilgili eksik ise güçlü ve doyurucu bir son sunmaması. Hikayeyi Priscilla’nın çocukluğundan kadınlığına kadar akıtma işinde biraz aceleci davranılmış gibi.
Priscilla’nın hikayesi, ona Elvis ile tanışmak isteyip istemediğini soran bir adam tarafından yaklaşılarak başlıyor ve Graceland‘den uzaklaşarak bitiyor. Hayallerindeki adamın onu kurtarmaya geldiği bir masal gibi başlıyor, kurtulması gereken şeyin o adam olduğunu anlayarak bitiyor. Hayata dair hiçbir fikri olmayan 14 yaşında bir kız olarak başlıyor, arabanın direksiyonuna geçip bazı şeyleri geride bırakması gerektiğini fark eden bir kadın olarak bitiyor. Priscilla’nın hikayesine olan inanılmaz anlayışı ve saygısıyla, şüphesiz ki Sofia Coppola’dan bir başkası bu filmin derdini bu kadar incelikli anlatamazdı.