2024 Oscar Ödülleri‘nde gösterildiği 11 adaylığın 4’ünü kazanan, geçtiğimiz yılın en çarpıcı filmlerinden olan Poor Things sinemaseverlerin yakından tanıdığı bir film oldu. Alasdair Gray‘in aynı isimli romanından uyarlanan filmin yönetmenliğini Yorghos Lanthimos üstleniyor. Özellikle post-modern ve feminist incelemeleriyle pek çok tartışmayı tekrar yaşatan film teknik açıdan nefis bir sinema deneyimi sundu. Oyunculukları, sinematografisi ve yönetmenliğiyle film başarılı bulunsa da benzediği eserler, çıkış yolu ve anlatmak istedikleri farklı farklı konuları beraberinde getiriyor. Kadın bedeninin özgürleşmesi, kader yazgısını sınırların dışına çıkarak belirleyebilme ve gelişim gösterebilme olgularını tartışan film, feminist bir yerden bakıldığında senaryo ve yönetmenliğiyle bu kavramları erkek süzgecinden geçirdiği için soru işaretleri bırakabiliyor. Bir diğer bakışla da post-modern açıdan 1818 tarihli Frankenstein romanında ana karakterin dünyayı daha karamsar ve çözümlenemez görmesinin aksine Poor Things’te ana karakter Bella Baxter‘ın dünyayı tanıdıkça daha çok sevmesi ve düzeltebilmek için uğraşması erkeklerin sınırlarında kalmamasının haklı bir gerekçesini sunuyor.

Filmin Konusu ve Bakış Açısı
Filmin kabaca konusuna değinirsek, bir doktor olan Godwin Baxter’ın intihar eden hamile bir kadını, bebeğin beynini kadının kafasının içine yerleştirmesi ve tekrar hayata getirmesiyle başlıyor. Böylelikle Bella Bexter‘ı yaratmış oluyor. Burada hem bir baba hem de bir Tanrı görevi gören Godwin, Bella’yı kontrolü altında tutmak istese de Bella’nın gelişen beyni, özgürleşme ihtiyacı ve aslında önceki hayatındaki karakterinden kalma izlerle evi terk ediyor. Bu terk ediş farklı insanları tanıdığı bir dünya turuna dönüşüyor ve Bella Bexter; cinselliği, hayata bakış açılarını ve dünyanın acımasızlığını bir şekilde öğreniyor. Mary Shelley‘nin Frankenstein’ına bakacak olduğumuzda iki karakter arasında zıtlıklar olduğunu görüyoruz. Frankenstein, toplumun yozlaşmasına ve adaletsizliğine karşı çözümsel bir şekilde yaklaşmaktansa daha saldırgan ve korkutucu bir karaktere dönüşüyor. Ancak Bella Bexter, özellikle de filmdeki İskenderiye sahnesinin ardından yılmak ya da vazgeçmek yerine dünyayı daha iyi bir yer yapma peşine düşüyor. Elbette sadece böyle bakıldığında saldırganlık ve gelişme kavramlarını cinsiyetlere atamış oluruz ve bu doğru değil. Bunu kırmanın yollarından biri için yine filmde bir cevap bulabiliyoruz. Bella Baxter ve Frankenstein arasındaki farklardan biri de görünüşlerinde saklı. Toplumsal normlara göre Frankenstein çirkin ve korkunç olduğu için bir canavar olarak karşımıza çıkarılıyor. Bella Baxter’ın canavarlığı ise tam da zıttı bir şekilde çok güzel olmasından kaynaklanıyor.

Ataerkilliğe yenik düşen erkekler tarafından farklı yollarla zapt edilmeye çalışılan Bella Baxter aslında bir zaafa çomak sokarak düzeni tanıyor ve çökertiyor. Güzel bir kadın olmasının cinsel bir obje olmasından başka bir güzelliği olmayacağı düşüncesiyle tehdit olarak görülmese de bedenini, kendisini, hazlarını tanıma düşüncesi onu bir canavara dönüştürüyor. Bu açıdan bakıldığında Bella Baxter, Frankenstein’ın bir adım ilerisine gidiyor ve güzel olmasıyla toplumsal yararlılığını kendi istediği ölçülerde gerçekleştirerek aynı zamanda ataerkilliği derinden yaralıyor. Aşağıda gördüğünüz İskenderiye Sahnesi tarihsel olarak Frankenstein ve Bella Bexter’ı birleştiren an olabilir. Bella Bexter’ın dünyanın gerçeklerinden açlık, yozlaşmışlık ve kapitalist sömürüyle tanıştığı bu görüntüde, bulunduğu yıkık dökük merdivenin sol üst tarafında üzgün bir Frankenstein’a benzeyen mimari bir motif var. Bu an belki de Frankenstein’ın Bella Bexter’a bayrağı devredişini simgeliyor olabilir.

Tabi en önemli görevlerimizden olarak konumlandırdığımız ataerkilliğin yıkımı sürecinde farkında olmamız gereken bir konu da erkeklik davranışlarının tutarsızlığı ve çaresizliği üzerine. Bella Baxter, serüven boyunca farklı konumlardaki erkeklerin kendisini hapsetmesiyle mücadele etmek durumunda kalıyor. Örneğin cinselliği keşfettiğinde birlikte dünya turuna çıktığı Duncan Wedderburn ya da filmin sonunda eski yaşamındaki eşi Alfie Blessington gibi karakterler Bella Baxter’ı istediği kalıpta tutabilme hakkını görüyorlar. Yani ataerkillik, kadınlar üzerinde bu hakkı olduğunu ortaya koymuş oluyor. Burada Bella Baxter’ın en güçlü yönlerinden biri zihinsel olarak hala çocuk olması. Cinsel ilişkilere taktığı komik isimler ya da bir eve kapatılma tehlikesine karşı sadece istemediğini söyleyerek kurtulabileceğini düşünmesi masumiyetini gösteriyor. Bu geniş hayal dünyası da karşısındaki erkekleri çözümsüz bırakıyor. Bunun üstüne seks işçiliği yapması gibi ataerkilliği sarsan ahlaki kusurlar eklendiğinde adeta iblise dönüşüveriyor. Filmin, akılcılığın ve bilimselliğin ön planda tutulduğu Victoria Dönemi‘nde geçtiğini düşündüğümüzde de Bella Baxter ataerki sisteminin dişlilerini parçalamış oluyor.

Filmin fragmanını izlediğinizde ya da filme dair ilk izlenimlerde biyolojik sorun yaşayan karakterlere özellikle de Godwin Baxter’a Zavallılar gözüyle bakılabilir. Ancak asıl yapılacak çıkarım ataerkilliğe yenik düşen ve kadınlara karşı şiddeti elinde bulundurabilme lüksünün beslediği sevgiyle kendini güçlü sanan erkeklerin Zavallılar olduğu oluyor. Bunu filmin sonunda karakter gelişimini tamamlayan Bella Baxter’ın, Alfie’yi getirdiği durumda da görebiliyoruz. Bizi finale getiren bu bakış açılarının ardından filme nasıl alternatif sonlar oluşturabileceğimize gelelim. Burada size üç farklı alternatif sunacağım: Hümanist Alternatif, Distopik Alternatif, Ütopik Alternatif.
Hümanist Alternatif
Bu alternatif sonda filmin gerçek sonuna göre intikam hissinden uzakta duracağım. Filmin sonunda Bella Baxter, ataerkilliği tam olarak yenerken bunu iki yolla yapıyor: Doktor oluyor ve bilimin gücünü eline geçiriyor. Böylelikle de Alfie’nin beynini bir keçinin beyniyle değiştirerek ataerkilliğin zihinselliğini ortadan kaldırıyor. Bu aslında filmde uğraşılan amacın zaferi niteliğinde olsa da başka soru işaretlerini beraberinde getiriyor. Çünkü bir nevi kendisine yapılanı uygulamış oluyor ve bu intikam hissinin açığa çıkışını gösteriyor. Toplumsal sorunları çözmekte intikam ne kadar sağlıklı bir yöntem bu tartışılabilir. Hümanizmi insanın karar alma ve akılcılığı kullanarak her şeyi yapabilme kudreti olarak düşündüğümüzde Bella Baxter’ın doktorluğu ve yaşam tecrübesiyle öğrencilerine ve özellikle de erkeklere ataerkinin aşılanmadığı bir öğretiyle hareket ettiği alternatif bir son olabilirdi.
Distopik Alternatif
Bu alternatif her şeyin daha ümitsizliğe vardığı bir son yaratabilirdi. Yine de bu asla olmazmış gibi gelmiyor. Gerçek sonda Bella Baxter’ın, Alfie’nin yaptığı planı görmesi biraz tesadüf hissi yaratıyor. Film tamamen üç boyutlu geçmesine rağmen sona hazırlamak için şans eseri bu plana kulak misafiri olmak yavan geliyor. Burada Alfie’nin, Bella Baxter’ın cinsel organlarını alarak şeytani özelliklerinden kurtarma planı yeterince korkunç. Ancak gelin Bella’nın bunu duymadığını ve bu plana kurban gittiğini düşünelim. O zaman filmin gelindiği noktada karakter gelişimi bizi yalnızca umutlandırmış sonra da üzmüş olurdu. Frankenstein’dan farklı olarak çözümsel anlamda harekete geçme durumu ortadan kalkar ve ataerkiye karşı bir yenilgi doğardı. Yine de bu filmin 2023 yılında yapıldığını düşündüğümüzde bu distopik ortamdan çok da uzakta değiliz.
Ütopik Alternatif
Bu alternatif gerçeklikten uzakta ama hedefe yönelik olabilir. Bella Baxter’ın var olma çabasını kendini ifade etmesiyle başarabildiğini düşünelim. Alfie’ye onu istemediğini söylediğinde bunu anlayışla karşıladığı, Bella’nın mesleğiyle kadınların ya da hayvanların denek olarak kullanılmadan insan ırkının gelişmesine yardımcı olabildiği, yoksul insanlara sınırsız yardım edip eşitliği sağlayabildiği bir son olabilirdi. Bella Baxter’ın hayal dünyası ve kudreti bunu yapabileceğine muktedir olduğuna inandırıyor. Ancak tabi gerçeklikten çok kopuk bir son filmin derinliğine zarar verebilirdi. Yine de bu zafer hissi asıl sondaki intikam hissinden daha fazla içime sinebilirdi.
Bu alternatifleri düşünüp filmi incelediğimizde aklımızda oluşan birçok soru işareti filmin amacına en azından yaklaştığını gösteriyor. Ataerkillikle mücadele etmenin evlerden, sokaklardan ve hatta dilden başladığını düşündüğümüzde tartışmaları gün yüzüne çıkarması ve bizi dürtmesiyle Poor Things gayet etkileyici bir film. Tabi romandan da aldığı bilim-kurgu ögeleri, distopik müzik tercihleri ve çok başarılı oyunculuklarıyla sinema sanatını sonuna kadar kullanabilmiş bir yönetmen olduğunu da atlamamak gerekiyor. Böylelikle Poor Things sizi düşünmeye, kendinizi ve çevrenizi sorgulamaya iterken sinemadan duyulan hazzı da doruklarda yaşatıyor.
Kaynakça:
-
“Poor Things ve Barbie: Bir filmi feminist yapan unsurları yeniden düşünmek”. velvele.net. Web. 24.03.2024
- “Bir kavram: Ataerki”. evrensel. Web. 21.11.2018
- Öne çıkan görsel: The Movie Database