Yorgos Lanthimos, son filmi Poor Things ile artık ona “usta” dememizin önünde hiçbir engel olmadığını gözler önüne seriyor. Kendine özgü alışılmadık tarzını ve dünya görüşünü her filmde karşımıza en estetik şekilde çıkaran Lanthimos, Poor Things ile kadınlığın öz keşfine dair, cinsel olarak özgürleştirici ve şaşırtıcı derecede eğlenceli bir sunum ortaya koymayı başarmış.

Alasdair Gray‘in romanından uyarlanan Poor Things, aynı zamanda Frankenstein ve Dr. Moreau’nun Adası‘ndan esinlenildiğinin de hissini veriyor. O kadar özsel ve doğuştan keşfedici bir öncü karakter yaratıyor ki, dünyaya bir bebeğin gözünden bakmak gibi geliyor. Ancak çok daha olgun ve garip bir şekilde. Film, intihar girişiminde bulunan Victoria‘nın, Dr. Godwin Baxter tarafından hayata döndürülmesini takip ediyor. Victoria’nın bedenini geri aldığı sırada, Dr. Godwin onun hamile olduğunu keşfeder ve bebeğinin beynini onun beyniyle değiştirerek, Victoria’yı Bella Baxter olarak hayata geri döndürür.
Yaratıcısı ve Tanrı dediği Dr. Godwin ile yaşarken, Bella cümleler kurmayı öğrenir ve etrafındaki dünyayı öğrenmek konusunda çok isteklidir. Bella olgunlaştıkça cinselliği keşfetmeye başlar. Küçük bir bebeğin hızlıca olgunlaşması gibi, biz de Bella’nın kendini ve dünyayı keşfetmeye çabalamasını onun bu kadın görünüşü üzerinden deneyimleriz.
Bella, Dr. Godwin’in onu Max McCandles ile evlendirmek istediğini öğrendiğinde, onunla cinsellik odaklı ve pürüzsüz konuşmalar yapan Duncan Wedderburn‘le kaçmaya karar verir. Ancak Bella Duncan’la seyahat ettiği sırada, yeni keşfettiği insanların, daha doğru bir tabirle yeni keşfettiği “her şeyin” etkisi ve ilhamı altında kalır. Kitaplar okumaya başlar ve içsel bir keşif yolculuğuna çıkmak istediğini fark eder. Özgürlüğünü kimsenin eline vermek istemeyen Bella, bu noktadan sonra sadece kendisi ile yeni keşifler yapmak isteyerek, Duncan’dan ayrılır ve bedenini daha iyi tanımak adına Paris’te bir genelevde çalışmaya başlar. Bella burayı, hem kazanç sağlayabileceği hem de seks konusunda yeni şeyler öğrenip eğlenebileceği bir yer olarak tanımlıyor. Burası onun sefalet içine düştüğü için “katlanmak” zorunda olduğu veya zorla bedenini sattığı bir yer değil. Lanthimos’un kadın bedenine dair kurduğu tüm bu özgürleştirici anlar, filmi oldukça feminist ve “erk” ile dalga geçmeye yönelik bir yere doğru çekerek, puanlarını daha da yükseğe taşıyor.
Poor Things’de hayranlık uyandıran sayısız şey var. Olağanüstü bir sanat yönetmenliğinden, kusursuz bir sinematografiye, Emma Stone ve Mark Ruffalo‘nun özverili performanslarına kadar korneanıza hitap eden, tam olarak bir “sinema deneyimi” dediğimiz şey. Lanthimos çok güçlü bir vizyona sahip olan, karakter ve dünya yaratmakta oldukça kusursuz işleyen bir makine gibi.

Emma Stone, Bella Baxter’ı oynarken kariyerinin en iyi performansını sergiliyor. Kolaylıkla ikinci kez En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanabilir. Bella’nın kadın bedeni içerisinde, çocukluktan kadınlığa evrimini izlemek, tam anlamıyla bir sanat eserini izlemek gibi. Hem mizahi anlamda, hem de karakter gelişimi anlamında çok büyük bir güce sahip. İzleyici olarak Bella’nın geçirdiği her dönüşümde ona destek oluyor, her yeni başarısında onu kutlamak istiyorsunuz. Lanthimos, Bella ile, kimseye bağlı kalmadan, o an ne istiyorsa onu yapan, bedeni hakkında yalnızca kendisinin söz sahibi olması gerektiği konusundaki fikirleri ile yeni bir feminist ikon yaratıyor. Cinsel ilişkilerinde zevklerini keşfederek, okuyarak ve görerek dünyayı keşfederek, içsel olarak en baştaki dengesizliğinin kontrolünü sağlamayı başarıyor.
Willem Dafoe ve Ramy Youssef’da oldukça sağlam performanslar sergiliyor, ancak ikinci yarıda biraz daha arka planda kalıyorlar. Yardımcı oyuncular arasında Christopher Abbott, Jerrod Carmichael, Kathryn Hunter, Margaret Qualley ve daha fazlası bulunuyor.
Görsel olarak, bu yılın en benzersiz görünümlü filmlerinden biri. Tony McNamara‘nın senaryosu harika, mizahın her zaman hedefi bulmasını, feminizmin işlemesini ve cinsel keşfin hiçbir zaman sömürü gibi hissettirmemesini sağlıyor. Lanthimos ve ekibi iki saat yirmi dakika boyunca ipin üstünde yürüyor, ama asla düşmüyor. Kuşkusuz cesur bir başarı. Poor Things’e popüler kültüre aykırı bir Barbie filmi de diyebiliriz. Barbie gibi, Bella’da muhteşem tasarlanmış bir evden ilk kez dış dünyaya çıkan, bu dünyanın güzelliklerini ve dehşetlerini öğrenen ve öğrendikleriyle ilişkili olarak kendisini yeni bir şekilde tasarlayan gelişmemiş bir yetişkin-çocuktur. Kendine ve dünyaya dair her yeni keşfinde, karakteri bir sonraki aşamaya evrilerek gelişiyor, dönüşüyor ve olgunlaşıyor. Üstelik tüm bu gelişme ve keşif evresini, Barbie’ye kıyasla çok daha feminist bir yerden, ataerkiye ve erkek kırılganlığına çok daha akıllı biçimde hicvederek yapıyor.

Filmin başlıca temalarından biri, kadın cinselliğinin keşfidir. Bella’nın en önemli karakter gelişim yollarından biri kendi arzularını ve sınırlarını anlamak, ayrıca bunların etrafındaki erkekler tarafından nasıl görüldüğü ve yorumlandığını ortaya çıkarmaktır. Dünyada kitlesel olarak insanlar filmlerde verilen şiddet ve acıyı izleyebilirken, çıplaklık ve cinsellikten çok daha fazla rahatsız oluyorlar. İşte filmin tam olarak amacı budur; ortalama bir seyirci bir filmde kaç tane silahı ya da kaç tane çıplak insanı tolere edebilir? Bu gerçeği nasıl yansıtır?
Bella, her şeyden önce, bilmek istiyor. Keşfetmek istiyor, yaşamak istiyor. O bir kitapsever ve farklı bakış açılarını ortaya koyacak konuşmalar yapmaktan heyecan duyuyor. Konuştuğu insanlar ile anlaşması veya anlaşmaması onun için önemli değil. Ergen bir zihne sahip olabilir, ancak ne kadar bilmediğini bildiği için etrafındaki çoğu yetişkinden daha akıllı.
Film ele almayı denediği her fikrin altından başarıyla kalkıyor. Birçok geleneksel olmayan konuya tartışma alanı açarak, dünyamızın “zavallı”lığını gözler önüne seriyor. Lanthimos, seyirciyi meydan okumaya davet ederek, dünyayı nasıl gördüğümüz hakkında bir konuşma başlatmak istiyor. Seks işçiliğinin yasal olması gerektiğini söylemiyor, sadece neden yasal olmadığını soruyor. Tüm paramızı bizden daha çok ihtiyacı olan “zavallı” insanlara vermeliyiz demiyor, bunu yapmayı neden aptallık olarak gördüğümüzü sorguluyor.

Poor Things, dünyayı başka açılardan ele almayı, toplum tarafından kabul edilen standartlara eleştirel bakarak yeni bakış açıları edinmeyi deneyen başlı başına bir keşif filmi. Robbie Ryan tarafından yapılan sinematografi olağanüstüyken, renk kullanımı ise yıllarca film okullarında incelenecek türden göz kamaştırıcı. Özellikle açık havada her karesini adeta bir tablo gibi gösterdiği eşsiz lens kullanımı ve üretim tasarımıyla elde edilen estetik arasında, Poor Things’de 1930’lar ve 1940’lar filmlerini anımsatan birçok şey bulunuyor.
Filmde son gördüğümüz Bella, dramatik bir dönüşümden geçmiş olan ve bu noktaya varmak için attığı her adımı seyirci olarak onun yanında deneyimlediğimiz bir kadın olarak içkisini yudumluyor.
Karanlık bir şüphecilik ve keşfetme açlığı ile dolup taşan bu eşsiz şekilde garip ataerkil eleştiri, şüphesiz üzerine daha çok konuşacağımız ve Oscar’da adını çok duyacağımız bir rota çizecek.


