Hiç kendi cenazenizi hayal ettiniz mi? Ya da başınıza gerçekten kötü bir şey geldiğini ve sevdiklerinizin etrafınızda toplandığını? Hemen hemen herkesin deneyimlediği bu duyguların temelinde önemsenme ve teselli edilme arzusu yer alsa da çoğu kişi bunun üzerinde çok fazla durmaz. Fakat öyle insanlar vardır ki onları yalnızca mutsuzluk besler, konfor alanlarını bu duygu oluşturur. Babis Makridis’in yönettiği 2018 yapımı Pity (Zavallı) filminde de dünyaya tam da böyle bir karakterin perspektifinden bakılır.
Yorgos Lanthimos’un çalışmaları sayesinde yükselişe geçen Yunan Garip Dalgası (Greek Weird Wave) her geçen gün kendini daha da geliştirip izleyicinin dikkatini çekmekte. Özellikle L (2012) filmiyle kendini gösteren Makridis’in Pity filmi ise beklentileri aşmış, Sundance ve Rotterdam başta olmak üzere pek çok film festivalinde adaylığa ve ödüllere layık görülmüştür.
Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk

Eşinin bilinmeyen bir kaza nedeniyle komalık olmasından sonra kronik mutsuzluk olarak adlandırılan yolda ilk adımını atan isimsiz bir karakteri konu alıyor Pity filmi. Bir isme dahi layık görülmeyen ana karakter tıpkı modern insanın bir yansıması: monoton bir hayat, monoton bir iş, değersiz bir yaşam. Bu sıradan hayatta kendi görünürlüğünü sorgularken eşinin durumu ona istediği kapıyı açıyor. Artık insanlar onu önemsiyor, komşusu her gün onu düşünüp portakallı kek getiriyor, kuru temizlemecisi içtenlikle metanet diliyor. O artık görünmez değil…
Karakterin iç dünyasının sıkıcılığının, sabit kamera ile yapılan çekimlerle gösterildiği filmde, ana karakter mutluluğun bu acınma duygusuna bağlı olduğunu fark ediyor. Mutluluk yerine tatmin demek belki daha doğru olacaktır zira bu karakterin hayatında herhangi olumlu bir şeye yer yoktur. Her zaman en kötüsü olmalı, hak ettiği acıları en yoğun şekilde yaşamalıdır.
Aradığım Şey Bulmak İstediğim Şey mi?

Mutsuzluk belki de karakterin yarattığı konfor alanından başka bir şey değildir. Mutlu olunan bir anda bu mutluluğun ufacık bir şeyle tamamen yok olması muhtemeldir. Fakat halihazırda en dipte olan bir insanın kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Kendini en dipte tutmaya çalışan ana karakter de yarattığı bu konfor alanından gayet memnun olacak ki, orada kalmak için elinden geleni yapıyor. Piyano eğitimi alan oğlunun neşeli bir parça çaldığını gören karakter hemen olaya dahil oluyor ve bu anı trajik bir anlatıya dönüştürüyor.
Fakat olabilecek en kötü şey gerçekleşiyor: eşi iyileşiyor! Acıları yarıştırma konusunda her zaman bir numara olan karakter, elindeki en büyük kozu kaybediyor. Oğlunun çaldığı o “neşeli” müziğin arka planda yer aldığı bu yeniden bir araya gelme sahnesinde mutsuz olan tek bir kişi var, o da ana karakterimiz. Artık kendini acındıracak bir sebebi yok, bu yüzdendir ki başkalarının acıları onda sadece nefret ve kıskançlık uyandırmaya başlıyor. Önce tanıdığı insanlara yalan söyleyerek kendini gösteriyor: “Eşimin durumu kritik, ne zaman uyanacak bilmiyoruz.” Sonra gerçekler ortaya çıkınca da hastane koridorundaki acılı insanlara anlatıyor derdini. Tek bir isteği var, o da birinin ona acıması…
Her Şey Darmadağın: B Planı

Tekrardan görünmez olan karakterin yüzüne kapılar tek tek kapanıyor. Kimse ona portakallı kek getirmiyor, metanetli olmasını söylemiyor artık. Son çare olarak cinayet davasını üstlendiği ailenin kapısını çalıyor. Vahşice katledilmiş babanın fotoğraflarına tekrar tekrar bakıyor, hikayeyi defalarca dinliyor ve hatta bağırışları sekreterine taklit ettiriyor. Bu dehşette onu huzurlu hissettiren bir şey var ve deliliğin tohumlarının ekildiği ilk yer de işte burası. Ağlayamamaktan muzdarip olan karakter, kendine biber gazı sıkıyor ve bunun ne kadar güzel bir duygu olduğunu tekrardan hatırlıyor. Mutsuzluk hissi öylesine takıntı haline geliyor ki, ofisindeki huzurlu ve sakin deniz tablosuna bile dayanamıyor, yerine fırtına ve asi dalgalarla yalpalayan bir gemi tablosu koyuyor. Tıpkı kendisinin olmasını dilediği gibi.

“Bana acımayı bırakmaları insanların suçu değil. Yorulmuş olmaları veya daha üzücü bir şeyin dikkatlerini dağıtması, bu da onların suçu değil. Benim suçum.”
Fakat hiçbir şey olmuyordur. Hayatındaki her şey olması gerekenden daha iyi gidiyor, mutsuz olmak için bir neden bulamıyordur. Bu aşamada kontrolü ele alması gerektiğini fark eder karakterimiz. Sonrasında da aklındaki şeytani düşünceleri büyük bir incelikle planlamaya başlar. Hayatında hiç kötü bir şey olmuyorsa o kötü şeyleri belki de kendisi yaratmalıdır. Önce köpeğini denizin ortasında terk eder fakat bu ona yeterli gelmez, daha da fazlası gerekmektedir. Bu açlığın kurbanı maalesef ki babası ve eşi olur. Öyle alelade cinayetler de değildir bunlar, hep özendiği o cinayet davasının detaylarını taklit eder. Bu davranış acılı aileye karşı gerçekleşen bir başkaldırıdır: Bakın, dünyanın en mutsuz insanı siz değilsiniz artık, ben galip geldim!
Film boyunca karakterin acı doyumsuzluğu vurgulansa da onu bu evreye getiren şey, yani motivasyonu seyirciye açık bir şekilde gösterilmez. Çocuklukta ihmal, ergenlikte görülen zorbalık, anne ya da babanın şefkat eksikliği gibi pek çok sebep karakterin aşağılık duygusunu pekiştirmiş olabilir. Huzurlu bir çocukluk geçirmeyen bireyin normal duygusu bu doğrultuda şekilleneceği için hayatında her daim kaos istemesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Yannis Drakopoulos’un avukat rolüyle tek başına sırtladığı Pity filmi aslında modern insanın iç sıkıntısının poetik bir dışavurumu. İlgi arayışı uğrunda her şeyi yapabilecek modern insanın ana karakter ile hiçbir farkı yok esasen. Biraz daha görünür olmak ve önemsenmek… Bu amaç uğruna deliliğin dağlarında dolaştıklarının farkındalar mı? İşte orası meçhul.