İçinde bulunduğumuz yüzyıl hayatımızı kolaylaştırma vaadiyle aslında onu daha da karmaşıklaştırıyor. Giyimdeki estetik anlayışları, 20 yaşında sahip olunan geç kalmışlık hissi, tüketim çılgınlığına yetişememek gibi dayatmalar, hali hazırda var olan yaşama baskısını en üst raddeye getiriyor. En İyi Uluslararası Film kategorisinde Akademi Ödülü‘ne aday gösterilen Wim Wenders’ın Perfect Days filminin ise bunun hakkında söyleyecek bir çift lafı var!

Fark Etme Sanatı
Cannes Film Festivali’nde En İyi Oyuncu ödülünün sahibi olan Kōji Yakusho, ritüellerine son derece bağlı Hirayama’yı canlandırıyor. Tokyo’da yaşayan Hirayama her gününü aynı yaşıyor: Bitkileriyle ilgileniyor, tuvalet temizlemeye gidiyor, parkta öğle yemeği yiyor ve her gün aynı ağacın fotoğrafını çekiyor. Bütün bu işleri ise çok büyük bir titizlikle yapıyor. Fakat önemli olan şey işten ziyade bir ritüeli gerçekleştirmek. Hirayama, her gün bizim tehlike dolu dünyamıza gülümseyerek başlıyor. Perfect Days, carpe diem! diye bağıran bir film değil. Film, en basit haliyle her günü aynı yaşasanız bile hiçbir zaman her günün mükemmel olamayacağını söylüyor. Her gün aynı ağacın fotoğrafını çeken Hirayama, bunlardan yalnızca bir kısmını saklayabilir çünkü yaprakların deseni koşullara göre değişiklik gösterir. Her gün aynı birkaç tuvaleti temizliyor olsa da iş arkadaşı kimi günler geç kalacak, hatta günü geldiğinde işi bırakacaktır. Hayattan ne kadar sakınmaya ve steril kalmaya çalışırsak çalışalım, her şeyi kontrol etmemiz imkansızdır.
Herkesin kendi hikayesinin ana karakteri olduğu doğru sayılabilecek bir inançtır. Ancak herkes bu inancı sürdürürken bir noktayı es geçiyor: kolektif bir hayat yaşadığımız gerçeği. Hirayama, yalnız bir adam olabilir. Fakat bu yalnız bir hayat sürdüğü anlamına gelmiyor. Sadece steril kalmayı tercih ediyor. Belki Hirayama’nın yaptığı tek yanlış da budur. Steril yaşamayı seçmek iyi veya kötü denilebilecek bir olgu olmasa dahi kolektif bir yaşam, kendisinden kopamayacağımız bir durum. Ayo’nun Takashi’nin değil Hirayama’nın yanağına öpücük kondurması; yıllardır görüşmediği yeğeninin evden kaçıp kendisine gelmesi, 6 yıldır sadık müşterisi olduğu restoranın sahibine kabul etmeyi reddettiği bir biçimde hoşlantı geliştirmesi ise Hirayama’nın kaçırmayı seçtiği hayatın bir parçası. Ancak tüm bunlar, “Bugün beni ne gibi bir sürpriz bekliyor?” sorusunu sorduğunda Hirayama’yı gülümsetecek türden durumlar.

Wenders Tekniği
Hirayama, oldskool olarak tabir edebileceğimiz zevklere sahip. Her gün aynı ağacın fotoğrafını çekiyor fakat bunu yüksek çözünürlüklü yeni bir kamerayla yapmıyor. Analog kültüre sadık kalıyor. Bu yine film adına önemli bir nokta. Çünkü hayat, yalnızca komplike olandan uzak kaldığında güzel. Bir yönetmen olarak Wim Wenders için Perfect Days’de mühim olan, film kamerasıyla gerçek hayatı yakalayabilmek. Telefon kameralarıyla her anı kayıt altına almak oldukça kolay. Fakat bir şeye ulaşmanın kolaylaşması paralel olarak bu şeyi değersizleştirir. Wenders’ın analog kültürün altını çizmesi ise bu yüzden olağan bir durum.
Hirayama, elbette Spotify kullanmıyor. Değerli bir koleksiyonu olan Hirayama her kasedini özenle seçmiş. Film, 2 saatlik süresi boyunca seçili birkaç şarkı kullanıyor. Ancak Wenders, hiçbir şarkının sonlanmasına izin vermiyor. Çünkü her şeyin bir zamanı var. Hirayama’nın günün hangi saatinde Tokyo’nun hangi bölgesindeki tuvaleti temizleyeceğini bilmesi gibi, hangi hikayenin hangi şarkıyla anlatılacağının da bir zamanlaması var. Filmi birkaç bölüme ayırdığımızda, aslında rutinlerin birkaç kısa hikayeye dayandığını da görüyoruz. Her kısa hikayenin kendi şarkısı var. Başlangıçta ve Japonca versiyonuyla gördüğümüz House of The Rising Sun aslında Hirayama’nın her gün yaptığı şeyi anlatıyor. Şarkının anlatıcısı özgür iradesini kaybetmiştir ve bahsi geçen yerin kendi sonunu getireceğini biliyordur. Ancak hayatın canını yaktığı tek kişi kendisi değildir. Pişmanlık dolu bir hayat söz konusudur ve birilerinin bu hikayeyi anlatmaya devam etmesi gerekir, tıpkı Hirayama’nın yaptığı gibi. Fark etmenin sanatını bilen Hirayama’nın izleyiciye vedası ise Feeling Good ile oluyor. Call Me By Your Name’in final sahnesinde olduğu gibi izleyici de Hirayama’nın gözyaşlarına eşlik ediyor.

“Şimdi, şimdidir.”
Bugün Yeni Bir Gün
Filmin kendisi de ana akım hikaye anlatıcılığından uzak. Her günün sıradan anlatısı, başta kimi izleyicileri şok edebilir. Anlatmaya değer hikayelerin yalnızca dünyayı kurtaran adam öyküleri olmasına gerek yoktur. Gündelik hayat, pek çok kişiye sinemanın konusu olamazmış gibi geliyor. Fakat aslında çoğu zaman sinema, hayatın kendisidir. Hayattaki her an önemlidir ve pek tabii ekranlara taşınabilir. Şöhret, güç, göz önünde bulunma ve beğenilerle beynini yanmış bir neslin, doğayla iç içe bir dini olan Şintoizm’in gerçekleştiren Hirayama’yı ve onun hayatını yadsıması çok normal. Telefonda aşağı yukarı kaydırmaktan ötürü doğadan ve diğer insanlardan gelen her türlü iletişime açık olma yeteneğimiz köreldi. Perfect Days ise bunu geri kazanabileceğiniz konusunda bir argüman sunuyor. Hatta gören gözler için neden geri kazanmanız gerektiğini de söylüyor.
Hayatımız kusurludur ve acı doludur. Hirayama ise bütün bunlarda mükemmelliği bulmayı öğrenmiş. Geçmişini asla öğrenemiyoruz ancak bu hiç önemli değil. Kendisi, nereden geldiğini biliyor ve izleyici de bir süre sonra oldukça varlıklı bir hayat yaşamış olduğunu anlayabiliyor. Fakat bu adam neden tuvalet temizlemeyi tercih ediyor? Bu tıpkı milyonerlerin belli bir süreden sonra her şeyi geride bırakıp köy hayatı yaşamaya başlamasına benziyor. Çünkü bütün bunların bir önemi yok. Önemi olan tek şey şu an. Sahip olduğumuz tek şey şu an. Perfect Days, bu noktada çığır açan bir mesaja sahip olmasa da konuya direkt olarak parmak basıyor. Hayat, siz izin verdiğiniz ölçüde karmaşıktır. Fakat bu durum istediğiniz zaman değişebilir. En sevdiğiniz şarkıyla dans etmek, gün batımını izlemek ya da güzel anıları hatırlayabilmek kadar kolay olabilir.


