Paris, Texas; yönetmenliğini Wim Wenders‘in, senaristliğini Sam Shepard ve L. M. Kit Carson‘ın, görüntü yönetmenliğini Robby Müller‘in üstlendiği; müziğini ise Ry Cooder’ın bestelediği 1984 yapımı bir filmdir. Altın Palmiye ve FIPRESCI ödüllerini kazanan Paris, Texas, izleyenlerin her zaman aklının bir köşesinde yaşamaya devam edecek bir güce sahiptir.
-Bu yazı spoiler içerebilir-
Sessizliğin Sineması: Paris, Texas

Filmin başlangıcında, herhangi bir yaşam belirtisi olmayan Texas çölünde; nereye gittiğini, neyden kaçtığını, kim olduğunu bilmeden sadece hiçliğe doğru yürüyen bir adam olan Travis‘i (Harry Dean Stanton) görürüz. Bu adam, izleyiciyi istikrarlı yürüyüşüyle “Nereye gidiyor?”, “Neden konuşmuyor?” gibi sorularla bilinmezliğe ve meraka boğar. Travis’in kardeşi Walt‘un (Dean Stockwell) dört yılın ardından ondan haber almasıyla hikâye başlar. Travis, ailesini, oğlu Hunter‘ı (Hunter Carson) ve aşkı Jane‘i (Nastassja Kinski) terk etmiştir. Film boyunca Jane ve Travis’in arasında neler yaşandığını merak ederiz; fakat hikâye, sonuna kadar gizemini korumaya devam eder. Nihayet gerçekleşen yüzleşme sahnesi, izleyicilerin kolay kolay aklından silinmeyecek derecede etkileyicidir. Şimdi gelin, bu gizemli adamın hikâyesine ve filmin sonuna kadar kendisini göremediğimiz ama varlığını hep hissettiğimiz Jane’in hikâyesine bir bakış atalım.
Dünyanın Sonuna da Gitsen, Kendinden Kaçamazsın
Mutlu Günler Artık Birer Anı

Filmin gülümseten, iç ısıtan tek sahnesi belki de herkesin içinde yer aldığı 35 mm’lik film sahnesidir. Aynı zamanda, Jane‘i gördüğümüz ilk sahnedir. Renkler göz kamaştırıcı, sıcacık; herkesin gülümsediği, birbirine sevgiyle baktığı, sonsuza dek içinde yaşanabilecek türden bir anı gibidir. Hunter, babasının artık bu filmdeki adam olmadığının farkındadır. Bütün renkler şimdi anlamını kaybetmiş gibidir. Hayatlarının en güzel rengi olan Jane’i kaybetmişlerdir.
Renklerin Büyüsü ve American West Estetiği

Wenders ve Müller, daha önce pek çok filmde birlikte çalışmışlardır ve bir sonraki sahneyi nasıl çekeceklerini, planları ve kamera hareketlerini her zaman önceden tasarlamışlardır. Paris, Texas’ta ise bu durum biraz farklıdır. Her sabah sete ilk gelen Wenders ve Müller, manzaraya bakar, mekânı inceler ve nasıl bir çekim yapacaklarına o an karar verirlermiş.
“American Western bize nasıl çekilmek istediğini söylüyordu adeta. O eşsiz ışık… Manzara… Bunlar bize yol gösteriyordu. Bence filmin sırrı buydu. Estetik başarının sırrı da bu.”
-Wim Wenders
Filmde kullanılan çarpıcı renkler sayesinde de birçok sahne aklımızdan çıkmaz. Örneğin, Jane’in ikonik kazağının hikâyesi oldukça hoştur. Wenders, o sahne için başta Jane’in giydiği kıyafeti beğenmemiştir ve kostüm tasarımcısına “Çarpıcı, çılgınca bir şey istiyorum; git ve bir şey bul.” demesinin ardından, paletlerde olmayan kırmızı ile pembe arasında bir tonda olan o kazak, ikinci el bir dükkândan bir dolara bulunmuştur.
Her Maceranın Bir Sonu Var

Wenders ve Shepard, senaryonun sonunu yazmamışlardır. Bu yüzden film, uzunca bir süre final sahnesi belli olmadan, kronolojik sıraya göre çekilmiştir. Oyuncuların performansının bu kadar etkileyici olmasının sebeplerinden biri de budur: Hikâyeyi yaşayarak ilerlemişlerdir. Çekimlere, final sahnesine karar verebilmek için ara veren Wenders, “Peep Show” fikriyle finalin nasıl çekileceğine artık karar vermiştir. Erkeklerin kadınlarla konuşabildiği, görebildiği ama dokunamadığı; yalnızca iletişim kurabildiği bir kabin fikri üzerine kurulmuştur. Hatta Wenders buna “psikoterapi peep show” der. Jane, bu kabinde, bir tarafı gösteren ama diğer tarafı göstermeyen bir ayna sayesinde yalnızca kendisini görür. Wenders, “Bugün internette insanlar, milyonlarca insana sesleniyorlar. Ama gerçekte kendi görüntülerine konuşuyorlar. Bizim çektiğimiz o peep show sahnesi, belki de bugünkü bu durumu öngördü.” der.
Dönemin film yapım şirketi, Wenders’ten filmin sonunu değiştirmesini istemiştir. Arabayla otoyolda U dönüşü yapılırken filmin bitmesini, böylece herkesin her şeyin yoluna girdiğini düşünmesini istemişlerdir. Ancak Wenders, bu teklifi kesin bir şekilde reddetmiş; filmin asıl mesajının, Travis’in sonunda aldığı cesurca karar olduğunu düşünmüştür. Aksi hâlde, her şeyin yoluna girdiği bir senaryoyu korkakça ve bencilce bulmuştur. Bu kararı, filmin o yıl reklamının yapılmamasına ve hayatının ilk başrolünü oynayan Harry Dean Stanton’ın Oscar alma şansını kaybetmesine neden olmuştur.
Bu Film Neden Bize Dokunuyor?

Paris, Texas, yaşadığımız ilişkilere dair pek çok noktaya değinir. Yaşadıklarımız fazla geldiğinde, bizi kimsenin tanımadığı bir yere gitmek isteyip de gidemediğimiz bir düzende, Travis’in bunu yapması bize bir anlamda tatmin duygusunu yaşatır. Travis, Jane’i adeta hayatının anlamı yapar. Jane’in hayatını kendi istekleri ve duyguları üzerinden yönetmeye başladığı zaman, ikilinin arasındaki sevgi bağları kopmaya başlar. Birçoğumuz, ilişkilerde Jane ve Travis’in yaşadığı yüzleşmeyi yaşayamayız. Birbirini bir zamanlar seven iki insan, bir tarafın bencil duygulara kapılmasıyla (Travis’in) ilişkinin içinde yalnızlaşır ve bambaşka iki insana dönüşür. Söylenmemiş sözlerin, bastırılmış duyguların ağırlığı hayat boyu içimizde sızı olarak kalır. İzleyicilerin telefon görüşmesi sahnesine bu kadar bağlanmalarının nedenlerinden biri de budur. Her mutlu son kavuşmayla bitmez; bazı hikâyeler cesurca gidildiğinde tamamlanır.
Filmin fragmanına buradan ulaşabilirsiniz:
Kaynakça
- Letterboxd. “Paris, Texas: Wim Wenders Breaks Down the Ending” YouTube, Web. Erişim Tarihi: 4 Temmuz 2025
- Paris, Texas. Wim Wenders Stiftung, Web. Erişim Tarihi: 7 Temmuz 2025
- vpro cinema. “Paris, Texas at 40” YouTube, Web. Erişim Tarihi: 4 Temmuz 2025