Jennie Livingston‘ın yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği belgesel Paris is Burning (1990), vizyona girmesinden 35 yıl sonra bile hala anlamlı hala güçlü bir duruşun öyküsünü anlatıyor.
Bu sürükleyici belgesel, kuirlerin gösterişli balo ve moda ritüellerini incelerken, antropolojinin çok ötesinde, zorlukların cesaretle üstesinden gelmenin açık ve insani bir öyküsüdür. Siyah ve Latin kökenli kuir, trans ve heteroseksist cinsiyet tanımlarına uymayan insanların dayanıklılığı ve kendilerini ifade etmelerindeki ısrar, belgeselin temasını oluşturuyor ve günümüzde her şeyin değiştiğini ama bir yandan aslında hiçbir şeyin değişmediğini kanıtlıyor.
AIDS salgınına, ırkçılığa, homofobiye, transfobiye, yoksulluğa, şiddete, tacize ve diğer zorluklara rağmen, filmin pek çok anında şahit olduğumuz meydan okuma, gösteriminden günümüze kadar ilham olmaya ve artmaya devam ediyor. Nefret söyleminin, trans karşıtı yasaların, beyaz üstünlüğünü savunan ideolojinin nüksettiği, insan haklarındaki ilerlemelerin bastırılmaya çalışıldığı bu çağda Paris is Burning hala canlı bir direniş vizyonu sunuyor. Kuir ve trans hayatlarının o zaman olduğu gibi şimdi de önemli olduğuna dair kararlı bir duruş…
Belgeseldeki sanatçıların her biri karanlığı ellerinin tersleriyle iterken hayallerine giden bir yol arıyorlar. Eğer bu karanlık yeterince açık değilse, film onu, en canlı ve umutlu karakterlerden birinin şiddet sonucu ölümüyle ön plana çıkarıyor ve seyirciyi kuir varoluşunun acımasız gerçekliğiyle yüzleştiriyor. Filmin 80’ler ve 90’larda bize sunduğu sorunlar her zamanki gibi güncelliğini koruyor ve bu, filmin kalıcı şöhretini anlamamızı sağlıyor.
Dikkat! Yazının bundan sonraki kısmı spoiler içermektedir.
Fotoğraf Projesinden Uzun Metraj Filme

Frederick Wiseman, Camille Billops, Barbara Hammer ve Marlon Riggs gibi doğrudan sinemanın çığır açan yönetmenleri gibi Livingston da ilgi çekici bu performansı belgesel kanıt olarak kullanarak gözlemsel film yapımının ve kişisel anlatıların sosyal bağlamlarını genişletme konusunda usta bir yetenek sergiliyor. Açık lezbiyen bir feminist olan Livingston, 80’lerin ortalarında New York’ta yaşamaya ve çalışmaya başlıyor. Dans ve yürüyüş stillerini halka açık bir şekilde uygulayan bir grup genç sanatçıyla tanışıyor ve bu onu Harlem balo sahnesine götürüyor. Livingston’ın bu balolara fotoğraf projesi olarak başlayan ilgisi onu, kısa süre içinde sadece aile ve arkadaşlarının değil, bağımsız film yapımcıları ve kuir film festivallerinden oluşan yerel toplulukların da desteğiyle bir belgesel konseptine götürüyor.
Belgeselin katılımcıları etkileyici derecede çeşitlilik gösteriyor: Harlem’in şov kızı travestilerinin geçmiş döneminden kalma görkemli bir diva olan Dorian Corey, filmdeki en anlayışlı ve kışkırtıcı seslerden bazılarını anlatıyor ve sunuyor. LaBeija Evi’nin 40 yaşındaki annesi Pepper LaBeija, yaşadığı süre boyunca tüm trendlere dayanan bir stil harikası. Belgeselin başarı öykülerinden biri olan Willi Ninja, yakışıklı ve olağanüstü yetenekli biri. Octavia St. Laurent, yüksek modayı ve cinsiyet değiştirme operasyonunu arzulayan güzel bir model. Bir de narin Venus Xtravaganza var; tüyler ürpertici cinayeti, hayatın bugün de hiç değişmemiş çirkin tarafını açığa çıkarıyor. Kişisel hikayelerinin ötesinde, filmin yapısını ve ustaca geçişlerini sağlayan en önemli bağ, hepsinin aileleri ve toplum tarafından dışlanma deneyimleri ve tüm bunlara nasıl karşı durabildiklerini izlediğimiz balolar.
Balo Kültürü: Ne Olmak İstiyorsan O Olmak

Balo kültürü, siyah trans ve kuir bireyler tarafından kurulan ve onların farklı kategoriler altında performans sergilediği ve aynı zamanda gerçeklikten bir kaçış sunan kuir alt kültürünü tanımlar. Katılımcılar jüri üyelerinden tam puan almak için teker teker performanslarını sergilerken yarıştıkları kategorilerin gerçekçiliğine uygun bir yetenek (kostüm, görünüm, duruş, sunum, oyunculuk gibi) göstermelerine göre değerlendirilir.
Araştırmacı Oliver Stabbe‘ye göre, 1869’da Harlem’deki Hamilton Lodge‘da drag baloları başladı ve bu balolar LGBTQ+ kültürünün yaratılması ve sürdürülmesinde çok önemliydi. 1920’lere gelindiğinde daha cüretkar performanslara dönüşen balolar, 1930’lu yıllar boyunca da Grand Lodge of Odd Fellows gibi sivil grupların sponsorluğunda, Rockland Palace ya da Savoy gibi büyük yerler tarafından desteklenen, her yıl beklenen etkinlikler oldu. O zaman bu baloların görünürlük arayan yoksul, genç ve evsiz New York’lular arasında stilize, vogue dansını doğuracak savaşlara dönüşeceğini kim tahmin edebilirdi?

Film bize 80’lerde New York merkezli baloların dünyasını ve siyahi eşcinsel erkekler ve kadınların bu baloların ana kültürünü nasıl oluşturduğunu gösteriyor. Balo kültüründeki birçok katılımcı aynı zamanda evler olarak bilinen gruplara da ait; burada seçilmiş arkadaş aileleri aynı evde birlikte yaşıyor. Evler genellikle daha yaşlı olan veya balo sahnesinin yerleşik üyeleri olan ve evlerinin çocuklarına rehberlik ve destek sağlayabilen anneler tarafından yönetiliyor.
Beyazlığın ve heteroseksüelliğin insanlara daha iyi şeylere sahip olma hakkını veren bir güç olması, filmdeki tüm “kahramanların” dile getirdiği bir şey. 1980’lerde gey olmak ve siyahi olmak etiketleri daha yüksek yaşam standartlarını hedefleyemeyeceklerinin garantisiydi. Heteroseksüel ve beyaz bir insan kadar güçlü ve başarılı hissetmenin tek yolu o dönemde balo kültürüydü. Belgeselde tanık olduğumuz şey, siyah erkeklerin siyah kadınların kimliğine bürünme ve hatta onlara benzeme arzusunda olmak yerine beyaz olan ve idealize edilmiş bir kadınlık vizyonuna özenmeleridir. Dorian Corey, kimsenin siyah aktris Lena Horne‘a benzemeye çalışmadığından bahsederek bunu gösteriyor; Marilyn Monroe gibi beyaz aktrislere benzemek için çabalıyorlar.
Filmin bir yerinde baloların cazibesi çok net bir şekilde açıklanıyor: “Balo ne olmak istiyorsan o olmak demek. Bir baloda kibrini, baştan çıkarıcılığını, güzelliğini, zekanı, cazibeni sergileme şansın var. İstediğini olursun, tam burada, tam şu anda. Kimse de seni sorgulamaz. Geldim, gördüm, yendim. Balo budur.”
Geldim, Gördüm, Yendim.

Jennie Livingston’ın bu belgeseli çok sayıda övgü ve takdir topladı ancak eleştiriler de yok değildi. Tartışmaların çoğu, ayrıcalıklı beyaz bir film yapımcısının siyahi gey kültürüne sahip çıktığı algısına odaklandı. Livingston’ın başkalarının acılarından kar elde etmek isteyen bencil bir birey olduğu tartışmaları olsa da, ben yönetmenin belgeseli bireyler arasındaki ayrımcılığa dikkat çekmek ve New York’un gelişen gey kültürüne ışık tutmak için yaptığına inanıyorum özellikle kendisinin de eşcinsel olduğunu düşünürsek. Başkasının hikayesini anlatma hakkına kimin sahip olduğu sorusu belgesel türü için her zaman bir problematik olsa da, ötekileştirilmişlerin sesini duyurmak için bir gündemi sırtlamak açısından önemli. Bir kişinin ya da topluluğun medya üretim araçlarına erişim konusundaki güçlükleri toplumdan dışlanan herkes için 80’lerde önemliydi ve sosyal medyaya rağmen hala önemli.
Film 35 yıl içinde daha geniş bir kuir ifade dünyası için bir çağrıya ve mücadelelerinde korkusuzca var olanların tanınmasına dönüştü ve 21. yüzyılda Paris, Londra, Tokyo ve Cape Town’daki LGBTQ+ balolarının yükselişinden, belgeselde gördüğümüz 80’li ve 90’lı yılların aynı New York balolarının kurgulanmış versiyonu olan Pose dizisine kadar birçok şeyin gerçekleşmesine neden oldu. RuPaul’s Drag Race gibi TV şovları, balo kültüründen fikirler aldı ve bunu şovlarına dahil etti. Belgeselde kullanılan “reading” ve “shade” gibi eşcinsel dilinin çoğu, 80’lerdeki New York balolarından doğarak günümüzde yaygın hale geldi. Paris is Burning filmini, LGBTQ+ kültürünün karanlık ve yeraltı olmaktan çıkıp ana akım medyada sergilenmeye nasıl evrildiğini gösteren bir tarihi belge olarak görebiliriz.

Filmin o zaman ve şimdi tanıklık etmemiz için masaya getirdiği en büyük mesaj, kesişimsellik kavramıdır – ırk, cinsiyet, cinsel kimlik, yaş, sınıf, kilo, yetenek gibi varoluşumuzun çeşitli yönlerine ilişkin ayrımcılığın kesiştiği, birleştiği yer. Bu kesişimsellik içerdiği en önemli mesaj olsa da, belgeseldeki en kalıcı izlenimler performans yarışmalarının kendisinden geliyor, çünkü her gün uğraştıkları bir zorluğun parodisini yapıyor ve üstesinden geliyorlar – heteroseksüel meslektaşları, zengin ve ünlü, ayrıcalıklı kültürün unsurlarını alarak çevrelerindeki toplumun maskelerinden geçiyorlar. Toplumsal cinsiyetle oyuncak gibi oynuyorlar, kuir olarak ulaşamayacakları bir dünya için kadın ve erkek rollerini sergiliyorlar. Judith Butler‘ın “toplumsal cinsiyet performatiftir” fikri hiçbir yerde buradan daha açık değildir.
Filmin fragmanına buradan ulaşabilirsiniz:
Kaynakça
Kapak Görseli: “Paris is Burning – You own everything”. Perspex. Web. 14.02.2025
“Balroom Culture”. Vanvoguejam. Web. 20.02.2025
“Queens and queers:The rise of drag ball culture in the 1920s”. Smithsonian. Web. 20.02.2025
“Paris is Burning – an Important Slice of Queer History”. Blogs.umb.edu. Web. 20.02.2025
Egbatan, Mine. “Paris is burning: A critic of gender”. Fe Dergi 3, no. 1 (2011): 16-23.
Buttler, Judith. Cinsiyet Belası. İstanbul: Metis, 2010.


