1764 yılında Otranto Şatosu kitabının yayınlanmasıyla Horace Walpole edebiyat dünyasında yepyeni bir türün ortaya çıkmasını sağladı ve dünya klasiklerine adını yazdı. Walpole, romanın ilk baskısında yazdığı ön sözde hikâyeyi İtalyan bir Katolik ailenin kütüphanesinde bulduğunu ve kendisinin yalnızca bu Orta Çağ’dan kalma eserin çevirmeni olduğunu iddia etmişti. Ancak romanın ün kazanmasıyla birlikte, 1765’teki ikinci baskıda aslında eserin gerçek yazarı olduğunu açıkladı. Böylece Walpole, hem okuyucuları şaşırtmış hem de yeni bir edebi türün öncüsü olmuştu. İnsanlara doğaüstü olayların, dinsel inancın, Orta Çağ hikâyelerinin, şato atmosferinin, ve aşk, aile ve bencillik kavramlarının iç içe geçmiş olduğu bir hikaye sundu ve gotik edebiyat ortaya çıktı.
Gotik edebiyat, en iyi karanlık ve gizemli atmosferiyle tanınır; ayrıca eski şatolar, hayaletler, lanetler ve romantizm bu türün temel elementleri arasındadır. Otranto Şatosu‘ndan neredeyse yüz elli yıl sonra, modernleşme çağında Bram Stoker‘ın Drakula adlı eseri yayımlandı. Stoker, Walpole‘un orijinal ve klasik gotik unsurlarını koruyarak onları modern dünyanın kaygılarıyla birleştirdi ve türün en bilinen klasiklerinden birini ortaya koydu. Şimdi bu iki önemli gotik eseri yakından karşılaştıralım!
Anlatım Tarzı

Otranto Şatosu‘nun anlatım tarzı, hem içerdiği olay örgüsü hem de kullanılan dil bakımından bir masal havası taşır. Walpole’un ilk baskının ön sözünde bu hikâyeyi Orta Çağ’dan kalma bir öykü olarak sunması, kitaba hem efsanevi hem de gizemli bir hava katmıştır. Roman, üçüncü kişili anlatım yöntemiyle yazılmıştır, bu da olayların ardını ve karakterlerin sahne dışında yaptıklarını da okuyucuya anlatır. Ancak hikâyenin dramatikliği ve karakterlerin duygularını abartılı bir şekilde dile getirmesi ile sahneler halinde ilerleyen bir tiyatro oyunu gibidir. Böylece gotik edebiyatının efsanevi yönünü pekiştirir. Buna karşılık olarak, modern gotik edebiyatın bir parçası olan Drakula romanı, mektuplar, günlükler, telgraflar, gazete makaleleri ve raporlardan oluşur. Jonathan Harker ve Mina‘nın günlük notları, Dr. Sweard‘ın fonograf kayıtları, ve Van Helsing‘in yazılarıyla olaylar hem farklı bakış açılarından aktarılır hem de modern çağın gereçleriyle anlatılarak yeni bir anlatım tarzı sunar. Bu yöntemle olayların daha etkili olmasını sağlar çünkü Lucy‘nin vampirleşme süreci gibi olaylar kayıt altına alınmış deneyimler ve belgeler üzerinden gösterilir. Böylece olayların gizemli yapısı okuyucuların ilgisini daha da çekmesine yardımcı olur.
Doğaüstü Olaylar

Gotik romanların en öne çıkan özelliği doğaüstü unsurlar ve bunların gerilim yaratmada başrol oynamasıdır. Otranto Şatosu, bu unsuru en başından dramatik ve şaşırtıcı bir şekilde gösterir. Manfred‘in oğlu Conrad, düğün gününde gökten düşen devasa bir miğferin altında ezilerek ölür. Bu absürt ve dehşet verici olay, okuyucuları romanın geri kalanında yer alan doğaüstü olaylara daha en başından hazırlar. Ardından hareket eden tablolar, kasvetli gök gürültüleri, hayaletler, yıkılan duvarlar ve gerçekleşen kehanetler gibi olaylar meydana gelir. Bu olaylar, soy ağacı ve kehanetlerle bağlıdır. Yani, kitaptaki doğaüstü olaylar aile lanetleri ve ilahi kaderin bir parçasıdır. Drakula ise doğrudan doğaüstü bir figür olan bir vampirin etrafında inşa edilmiştir. Drakula’nın yıllarca yaşamış olması, bitmek bilmeyen kana susamışlığı, ve yarasaya dönüşebilmesi ile insan doğasının sınırlarını aşar.
Şatolar

İki romanda da mekân olarak şato kullanılmıştır. Ancak Otranto Şatosu‘nda şato, yalnızca bir mekân değil aynı zamanda karakterlerin kaderini belirleyen bir unsurdur. Bu şato büyük bir mirasın sembolüdür ve şatonun kime ait olacağını ve kimin soyunun devam edeceğine dair kehanetlere bağlıdır. Bu kehanetler, Manfred‘in açgözlülüğü ve şatoyu kaybetme korkusu nedeniyle hikayedeki olaylara yol açar ve bu hikâyeyi yönlendiren canlı bir unsurdur. Şatoda birçok gizli geçit, gizemli merdivenler, tuzaklar ve hayaletli tabloları vardır. Isabella, Manfred’den kaçarken bu gizli geçitleri kullanır. Şato yalnızca atmosferi, gizemli koridorları ve gotik mimarisiyle yalnızca bir yapı değil; aynı zamanda hırs, miras ve lanet konularını temsil eden semboldür. Drakula‘da ise şato tamamen kendisine aittir ve ortada hiçbir miras meselesi yoktur. Transilvanya’nın yüksek kayalıkları üzerinde duran Drakula’nın şatosu da gotik bir mimari, karanlık bir atmosfer ve gizli geçitli, kitli ve gizemli odalara sahiptir. Jonathan Harker‘ın orada kapana kısılmışlığı ve gizemli koridorlarda kaybolması, şatonun bir çeşit kaçışı olmayan zindan havası aşılar. Otranto Şatosu gibi Drakula‘nın şatosu da çok eskidir ve ikisi de gerilim yaratır. Otranto Şatosu‘nda kaos, şatonun değeri yüzünden, Drakula’da ise şato ve onun sahibi yüzündendir.
Kadınların Rolü

Kadınlar, tarih boyunca narin ve yardıma muhtaç olarak tasvir edilmiştir. Otranto Şatosu‘nda da bu anlayışı görebiliriz. Isabella, Manfred‘in zorla evlenme baskısından kaçmaya çalışır; sürekli zulüm altında ve bir adamın tehlikesi altındadır. Matilda ise babası Manfred’in açgözlülüğünün kurbanı olur ve onun ellerinden trajik bir şekilde ölür. Hikâyedeki kadın karakterler, erkek karakterlere kıyasla pasiftir ve sürekli kaçmak zorunda ya da boyun eğmek zorundadırlar. Manfred’in Isabella’yı kendi çıkarları için kullanma arzusu karanlık bir tabu olarak romanda dolaşır. Drakula‘da ise kadınlar modern çağın gelişi ile daha çeşitli bir şekilde sunulmuştur. Lucy saf, çekici ve savunmasız bir karakter olarak Drakula‘nın ilk kurbanıdır ancak daha önce tabu olan cinsellik gibi konularda kendini çekinmeden gösterir. Mina ise tam tersi bir karakterdir: zeki, cesur ve bağımsızdır. Bu, Viktorya Dönemi kadınların toplumsal rollerine de meydan okuyan bir tasvirdir. Böylece modern gotikte kadınların yalnızca kurban değil aynı zamanda kahraman da olabileceğini gösterir.
İnançlar

Otranto Şatosu‘nda inanç ve kehanet, karakterlerin davranışları ve olayların akışını yönlendirir. Olayların çoğu, ilahi bir planın parçası ve bunu önlemek üzerine yapılan çabalar şeklinde gelişir. Rahip Jerome, sürekli doğru yola işaret eder, Isabella korunmak için kiliseye sığınır ve kötü niyetli Manfred en sonunda kaybeder ve hak eden iyiler kazanır. Şatonun yıkılması, bir günah olarak sayılan açgözlülüğün sonucu ve ilahi kehanetin bir parçası olarak gözükür. Katolik inancın bir parçası olan insanlar gibi, bu hikayedeki karakterler de batıl inançlar ile iç içedir. Bunlara ek olarak, her ne kadar aydınlanma çağında yayınlanmış bir kitap olsa da, Orta Çağ dönemi hikâyelerinden esinlenildiğini ve o dönemde geçtiğini unutmamak lazım. Drakula‘da ise din, merkezî bir rol oynar ancak modern çağın bir parçası olarak bilimi de önemli bir pozisyona koyar. Drakula, şeytani bir varlık olarak bedensel değişimden çok ruhsal yozlaşmanın tehdidi olarak gösterilir. Karakterlerin en büyük korkusu ölmek değil, şeytani varlık Drakula‘dır. Ona karşı haçlar ve kutsal su, kutsal ekmek en etkili araçtır. Kötülük ve kötülüğü temsil eden varlıklardan Hristiyanlığın sembolü olan haç işaretini takarak ve göstererek korunulabilir.
Kaynakça:
- Walpole, Horace. The Castle of Otranto. İstanbul: Karbon Kitaplar, 2021.
- Stoker, Bram. Dracula. İstanbul: Yabancı Yayınları, 2021.
- Öne Çıkarılmış Görsel


