Otoriterler de Hata Yapar serimizde inceleyeceğimiz ikinci film: The Big Short’un ve Don’t Look Up filmlerinin de yönetmeni olan Adam McKay’in 2018 yapımı, Christian Bale başrollü Vice filmi. Vice, pek çok ana akım düşüncenin aksine Amerikan başkanının biyografisi olmaktan ziyade Amerikan başkan yardımcısı olan Dick Cheney’nin hayatını konu alıyor. Dick Cheney, 11 Eylül 2001 saldırıları sırasında ABD’de kontrolü ele alan ve acil aksiyona geçen, Irak ve Afganistan işgal dönemlerinin dış politikasını yürüten tecrübeli bir siyasetçi. Film, 11 Eylül saldırılarında Dick Cheney’nin nasıl bu kadar soğukkanlı göründüğünü ve Başkan Bush’un yerine doğru zamanda bulunmasının da verdiği şansla kendini meşru kıldığını sorgulayarak başlıyor.
“Dünya gittikçe karmaşıklaşırken, bizler hemen gözümüzün önünde olan şeylere odaklanmaya meyilliyiz. Bu sırada ise hayatımızı değiştirip şekillendiren asıl büyük kuvvetleri görmezden geliriz. İnsanlar gittikçe artan mesailerde gittikçe azalan ücretlere çalışırken ellerimize geçen boş zamanda yapmak istediğimiz son şey devletin, lobilerin, uluslararası ticaretin ve vergilerin karmaşık analizini yapmaktır.”

Filmin başlangıç sahnesinde 9 Eylül saldırıları gerçekleştiği esnada insanların tüketim alışkanlıklarıyla meşgul olduğu ve dönemin diğer şiddet olaylarını estetize ederek sunan kareler ile haber raporu görüntüler verilir. Bir yandan da anlatıcı, yukarıdaki argümanı sunar. Filmde anlatıcı rolü aracılığıyla yönetmen, Dick Cheney’nin dünyanın en ünlü ve en güçlü başkan yardımcısı olduğunu belirtir ve bu duruma nasıl geldiğini anlamak için onun nasıl siyasetçi olduğu sorusuna değinir. Sahiden de Dick Cheney’nin nasıl siyasetçi olduğu sorusuna aranan cevaplar, onun nasıl 9 Eylül’de aniden ve sessizce ülkenin tüm kontrolünü yasal olarak ele aldığını açıklar: Güvenlik politikaları, tüketim, arka kapı siyaseti, siyasal ayartma ve Amerikan siyasetindeki kutuplaşmanın yoğun olarak hicvedildiğini görürüz.
Yönetmen Adam McKay, geçtiğimiz Aralık ayında Don’t Look Up filmi ile gündeme gelmişti. Her iki filmde de yoğun bir hicvin ve geniş bir yelpazede konuların ele alındığını görüyoruz. Amerikan siyasetinin -özellikle muhafazakar kanadının- ele alınışındaki taraflılık ise Adam McKay’in filmi politize ediş şekli olarak göze çarpıyor. Filme gelen ilk eleştiri, filmin son derece taraflı olduğu yönünde ancak buna katılmıyorum. Yönetmen, hedef tahtasına açık şekilde Cumhuriyetçi Parti’nin otoriter eğilimlerini ve sermayeyle olan ilişkisini oturtuyor; ancak bu politik tercih, filmin daha kolay tüketilebilmesini sağlıyor. Nitekim filmde Demokrat Parti’nin adının geçmemesi veya Demokrat Parti Başkanı’nın ekstradan aklanmaması da filmi başka bir siyasi partiye tarafgir yapmıyor. Dolayısıyla Adam McKay’in Vice filmindeki çabası, bir parti eleştirisinden ziyade otoriter popülizmin bireysellikle arasındaki ilişkiyi ortaya çıkartmak ve absürtleşen siyaseti görselleştirerek sunmak. Böylece film; bir ideoloji eleştirisi yerine konsept olarak bir siyasetçinin ahlaklı ve ulusun çıkarları adına çalışan, kamuoyunun nabzını tutmak zorunda olan ve kurallara riayet eden bir kişi olduğu durumuna savaş açıyor.

Post-Weberyan Siyasetçi
Filmde problematize edilen sorunlardan biri: Bush hükümetinin 9 Eylül 2001 saldırılarına ve artan işsizliğe rağmen yeniden seçilmesi. Bu soru da bizi Otoriterler de Hata Yapar serimizin can alıcı noktalarından ikincisine götürüyor: Post-Weberyan Siyasetçi. Weber’e göre siyasetçiler, bu işi bir meslek olarak icra ediyor ve siyasetçinin analitik felsefeye göre amacı; ahlaklı şekilde insanları mutlu etmek ancak siyasetçinin meşru şiddet kaynağına erişimi ve duygusal yapıda olması nedeniyle bu durum zorlaşıyor (Weber, 2015). Rasyonel aklın araç olarak kullanımı, siyasetçinin kazanmak için toplum yararına işler yapmasından geçtiğini öneriyor. Vice filmi ise bu yaklaşımın yerine, siyasetçinin duygusal ya da bencil olabildiği sorunu yerine siyasetçi olmanın yöntemini ve bu yöntem üzerinden olunan kişinin “görünürlük” üzerinden icra ettiklerini tartışıyor. Otoriterleşme ve popülizm tanımlamaların yetersiz kaldığı bir siyasetçi tanımını bu noktada gözlemleyebiliyoruz.
Bir ülkenin ya demokratik ya da otoriter bir ülke hâline döndüğü ikilemi, sık sık eleştirilen hükümetlerin yeniden üretimine yarıyor (Giroux, 2006). G. W. Bush’un da ABD’yi otoriter bir ülkeye dönüştürdüğü argümanı ile Bush hükümetinin bir grup güç isteyen, otoriter eğilimli aşırıcılar olduğu argümanları 9/11 olayları ekseninde Vice filmi tarafından da eleştiriliyor. 9 Eylül saldırılarına rağmen Bush hükümetinin yeniden seçilmesi, ABD basınında büyük yankı uyandırıyor ancak hükümetin kriz anlarında beklentiyi tam karşılayan şekilde sıkı yönetimi eline alması ve yönetimdekilerin -Cheney, Rumsfeld ve Rice- güvenlikleştirme stratejilerini nasıl yöneteceklerini iyi bilmelerine borçlu. Cheney’nin bu kadar güçlü lanse edilmesi akıllara güç ihtirasında olan siyasi aktörlerin nasıl olup da birbirlerini tehdit olarak görmediklerini getirebiliyor. Cheney, kriz masasında gücü hızla ele geçirirken aynı sırada ne yapacağını bilemeyen G. W. Bush’un bu atılıma minnettar olduğunu imleyen film; Cheney’nin başkan adaylığı ya da resmen başkanlık gibi bir iddiasının olmamasına ve bu nedenle Bush’un da onu kendine bir tehdit olarak görmemesi ile Cheney’nin kendi sınırlarını bilmesine bağlıyor. Diğer yandan Cheney, Steve Carrel’in canlandırdığı D. Rumsfeld’i yönetimden eliyor.
Tesadüf o ki, Cheney’nin 9 Eylül saldırılarından önce zaten gücü tamamen hükümetin eline geçirmesi için anayasa mahkemesi avukatlarıyla çalışması ve olağanüstü yasaların normal düzlemde uygulanıp uygulanamayacağını araştırıyor olması, onu anayasanın ilgil bölümüne hâkim kılıyordu. Üniter Yürütme Teorisi adı altındaki bu yaklaşımı uygulamaya çalışması, ancak ve ancak kilit dış politika ve milli güvenlik konularıyla gerçekleşebildi. En dipten en yukarıya çıkan hayat hikayesinde Dick Cheney’nin güç ihtirasını doğru kişilerin yanında bulunmak ve Amerikan siyasetinde verili olan söylemleri doğru kitlelerin doğru kabul ettikleri yerlerde aktarmaktı. Seçim performansı ve sahne performansı oldukça kötü gösterilen Cheney’nin en iyi bildiği şey, doğru zamanda görünür olmaktı. Bu da bizlere ödev ahlakıyla başarılı olan bir siyasetçiyi ya da sadece kendi hesabına yolsuzluk yapan bir popülisti değil, görünürlük üzerinden var olan ve yükselen bir siyasetçi tanımını verir. Yani, eğer siyasteçilerin bazılarını seçmenleriyle duygusal bağları ya da bencil hesapları üzerinden (Weber, 2015) devlet adına en iyi hesabı yapamadıkları üzerinden yargılarsak, doğrudan doğruya sistemin aslında düzgün olduğunu ancak bireysel düzlemde hataların ortaya çıktığı sonucuna ulaşırız. Bunun yerine, gençliğinde Rumsfeld gibi doğru insanların yanında görünerek siyasetçi olan ve siyasetten uzak kaldığında da kaybeden insanların yanında görünür olduğu için kaybeden genç Cheney’nin bu çabasına odaklanmak, bizlere yeni bir çerçeve açar.
Cheney, profesyonel bir siyasetçi gibi görünen ancak bu görünüşünü kriz anlarında “profesyonel bir demagog”a (Weber, 2015) ya da onaylayanları için profesyonel bir güvenlik siyasetçisi gibi görünebilmesine borçlu. Böylece, asıl sistemin güç icra etmek yerine görünmek olmaya başladığını Cheney’nin yükselişinden ve kariyerinin zirve noktalarından anlayabiliyoruz. Göründükçe sembollere yaklaşmak ve onların ardında kendini söylemlerle var ederken materyal olarak da bu gücü inşa etmek ve devşirmek, Amerikan siyasetinin gittikçe artan skandallarının normalleşmesine yol açıyordu. Buna rağmen film, böyle siyasetçilerin kazanıyor olmasını da kamuoyunun talebine bağlıyor. Cheney’nin Weber’in tanımladığı düzeyde başlayan profesyonel-egoist siyaset kariyeri, Weber’i aşan bir “görüntü” siyasetine evriliyor. Bu yüzden film, Amerikan siyasetini ve Bush hükümetini hicvettiği sırada bir yandan da siyasetçi kavramının evrimini gözler önüne seriyor.
![]()
Otoriterin Mirası
Popülizm, doğru zamanda elitler ve halk arasında bir ayrım gözeterek bu ayrım üzerinden her türlü ideolojiyi devşirme mantalitesi olarak adlandırılabilir (Mudde, 2017). Ahlakî olarak oldukça esnek ve tutarsız olan bu yaklaşım, şüphesiz ki son 20-30 yılın en büyük fenomeniydi. Günümüzde ahlakî sınırların genişlemesi, bizlere bu sınıflandırmanın yeteri kadar nedensellik üretemediğini gösterir. 9 Eylül saldırıları ardından liderliğin güvenlik üzerinden görünür olmasını sağlayan Cheney, aynı performansını Irak ve Afganistan işgalleri üzerinden sürdürür. Burada şiddetin televizyonda verilmesinden ve bunun eş zamanlı olarak Bush ekibi tarafından sıklıkla dile getirilmesinden de anlaşılır ki acil bir güvenlik krizini öne sürmek ve toplumdaki korkuyu sembolleştirip toplu şekilde dışa vurmak, korkuyu arttırıp kolay hedefler bulmak; güvenlikleştirme pratiklerine ve siyasetçi görünürlüğüne eş zamanlı olarak katkı sağlar.
Siyasal ayartma, gerçekliğin ne olduğunu ve bir siyasi kararın neden alındığı sorularının görmezden gelinmesini sağlar: Görünmek ve göstermek; eğer halka “Varlığımız tehlikede. Bırakın da güvenlik meselesini bizim gibi uzmanlar sizin adınıza halletsin.” mesajıyla yani güvenlikleştirme söylemi ve pratikleriyle verilirse siyasi krizleri ve sistemin çürük siyasi sonuçlar ürettiğini gizleyebilir. Yine de bunun ne kadar sürebildiğini ya da ne kadarını kaybettiğini Cheney’nin siyasi mirasından ve kızının parlamentoya seçilmesinden okuyabiliriz. Cheney, güvenlikleştirme ve doğru zamanda görünürlük stratejisinin zararını ardında bıraktığı enkazda görür: Sembolikleşen bir miras bırakamaz ve kendi başlattığı görünürlük fetişi onu tersten vurur, çünkü Cheney siyasi kariyerinin sonunda görünürlüğünü kaybeder. Ancak yine de bunlar Cheney’i tamamen bitirmez, kızı siyasal olarak hayatta ve Donald Trump ilerleyen yıllarda, o mirası alıp daha skandal bir yöntemle yeniden üretir. Dolayısıyla, Adam McKay’in de hicvettiği şekilde; otoriterler de hata yapar. Ancak McKay’in kaçırdığı noktayı bu yazıda tamamlamak adına denebilir ki önemli olan, bu otoriterleri ahlakî üstünlük kurmaya çalışmadan sorunsallaştırabilmektir.
Kaynakça


