George Clooney tarafından yazılıp yönetilen Good Night and Good Luck (2005) filmi, gerçek bir hayat hikayesinden aktarılmış, televizyon haberciliğinin ilk yıllarında, basın-siyasetçi mücadelesini konu alır. Ekranları saran mücadele, televizyonun ABD’de yaygınlaşmaya başladığı 1950-1954 döneminde anti-komünist Wisconsin senatörü Joseph McCarthy ile CBS kanalının efsane sunucularından Edward Murrow arasında geçer. Filmi baz alırken, ana çerçevemiz toplumda siyasi aktörler tarafından bir güvensizliğin nasıl oluşturulduğudur. Medyayı ve anayasal olsun olmasın tüm güç olanaklarını kendi lehine kullanabilen siyasetçilerin kamuoyunda belirli düşünce basamaklarını (paradigma) değiştirdiğini göreceğiz. Post-modern yaklaşımlarla, siyasetçilerin ülkede güvenlik seferberliği oluşturmasını ise siyaset bilimi literatüründeki güvenlikleştirme teorileri ile inceleyeceğiz. Devam yazılarında ise, aynı bakış açısını Vice (2018) ve Truth (2015) filmlerine yönelterek, güvenlik-medya ilişkisini anlamaya çalışacağız.
Ed Murrow’un CBS özel gecesinde, 1958 yılında yaptığı konuşmayla açılıyor film:
“Televizyonun gerçek amacı insanları meşgul etmek, kandırmak, eğlendirmek ve izole etmek olduğunun farkına varmazsak, sonrasında televizyonun kimin tarafından finanse edildiğini… kimin onunla ilgilendiğini görmek için çok geç olacak.”
Murrow, televizyon haberciliğinin zorluğunu ve fona duyduğu ihtiyaç dolayısıyla her koşulda politik olduğunu, güç ilişkilerinin de odağında olduğunu vurguluyor. Ancak alt metinde Murrow’un asıl vurguladığı, bu aletin gerçekle ilişkisi ve insanların evlerine ulaşan gerçekliğin hiç de gündelik deneyimle ilgili olmadığıdır. Yani televizyon izlerken düşünce şeklimiz “sobaya değip yandım, demek ki soba sıcak” basamaklarıyla işlemiyor. Bu da dünyayı, dünyaya dair tahminlerimizi doğrudan gerçeklik olarak ele almamızla başlıyor.
Good Night and Good Luck, Soğuk Savaş başlangıcında televizyonun Amerika’da her haneye girmeye başladığı ve haber yayıncılığının gazetelerden televizyonlara kaydığı yıllarda J. McCharty adlı Cumhuriyet Partisi senatörünün komünizmle mücadele adı altında yarattığı korku iklimine karşı CBS ana haber sunucusu Edward Murrow’un haber dosyalarıyla yorumunu harmanlayışını anlatıyor. Filmin ismi Murrow’un her program kameraya bakıp, dinleyiciyi burada derin meselelerin konuşulduğuna ve hep daha fazlasının geleceğine inandırdığı “İyi geceler ve iyi şanslar” sloganından geliyor. Murrow, Türkiye’de daha çok Mehmed Ali Birand’ın 32. Gün’ü olarak bilinen belgesel programcılığıyla tanıdığımız formatın ilk temsilcisi ve film hikayesini gerçek kişilerden ve olaylardan alıyor. Olayların özünde ise, filmin henüz televizyon haberciliğinin başlangıcıyla birlikte bize ilettiği yeni düşünce yöntemleri olduğunu görebiliyoruz.
Eleştirel Teoriler
Televizyon haberciliğiyle birlikte, televizyonun gündem belirleme işlevi ortaya çıkar ve bu işlevi politikacılar tarafından seçmendeki olumluluk algısını yönetmek için kullanılır (McCombs & Shaw, 1972). Gündem, insanların ne hakkında düşüneceklerini, neyi daha ön sıraya koyacaklarını ve dolayısıyla odaklarından neyi dışlayacaklarını belirlemektir. Ancak bu çalışma, insanların ne şekilde ve neyi baz alarak düşündükleri sorusunu cevaplamak için yetersiz kalmaktadır. Good Night and Good Luck (GNGL) filminde senatör McCarthy’nin çabasının insanların birincil gündem maddesinin komünizmle mücadele olduğunu düşünmelerini sağlamak olduğu görülebilir. Ancak McCarthy bununla kalmıyor; komünizm ve Sovyet propagandası tehditlerinin nasıl algılanması gerektiğini de belirliyor. McCarthy, ABD toplumundaki göçmen kitlelerin ve siyahilerin Sovyetler tarafından casus olarak kullanıldığını ve toplumda komünist devrimi gerçekleştirmek üzere çalıştığını, bu kişilerin askeriyenin önemli kurumlarına sızdığını iddia ediyor. Son derece savunmasız olan, alt kademe toplumsal sınıftaki insanları federal mahkemede ateşli suçlamalar savurarak yargılıyor ve ABD halkını komünizmle mücadeleye çağırıyor. “Bizi biz yapan değerler”in bu gizli oyunlarla yıkılmaya çalışıldığını, topluma Sovyet hakimiyetinin getirilmeye çalışıldığını ve eşitliği savunan Demokrat’ların da buna çanak tuttuğunu iddia ederek pek çok gazeteciyi ve siyasetçiyi de Sovyet casusluğuyla suçluyordu.
McCarthy’nin suçlamalarında siyahi bir temizlik işçisini ve Sırbistan göçmeni bir işçiyi kullanması tesadüf değil. Bu kişiler toplumun eşitliksizlerle ve mevcut dışlanmalarla yüzleşen üyeleri, dolayısıyla zaten var olan toplumsal tepkilerin odağında olan bu insanları hedef tahtasına koyarak kendi sesini gündem kılacak korku iklimini yaratıyor. Ancak karşısında tavır alabilecek pek kimse de yok. McCarthy, Amerikan toplumunda o yıllarda artan Komünist tehdidin kendilerinin “yaşam şekline” bir tehdit olduğu düşüncelerine ve mevcut başkandan daha etkili tedbirler bekleyen seçmenlerin taleplerini görüp, bu güvensizlikleri arttırmak ve buradan siyaseten kendi pozisyonunu ve potansiyel başkanlık mücadelesini kurguluyor. McCarthy’nin uluslararası komünist “tehdidi” ulusal güvenlik adı altında Amerikan toplumunun iç işlerine yöneltmesi, var olan bir tehdidin nasıl mitleştirildiğini gösteriyor. Hâlihazırda kıtalar ötesinde yaşanan bir gelişmeyi ABD’nin iç işlerini düzenleyerek yok etmeyi hedeflemesi yeteri kadar tutarsız bir eylem.
Güvenliğin siyaseti, kendini toplumun en kırılgan insanlarını harcıyor ve gerçekten var olan komünizm tartışmasını siyasetin dışına itiyor: “Eğer bu suçlanan insanları toplumsal düzeylerine bakıp savunursanız siz de potansiyel bir işbirlikçisiniz, çünkü Sovyetlerin en büyük silahı ‘algı operasyonudur’.” Bunu söyleyerek, daha eşitlikçi bir toplum isteyen ve siyahiler, göçmenler, işçiler gibi çeşitli alt tabakaların, McCarthy gibi üst tabadakileri rahatsız eden hak talepleri de “Komünist” propaganda olarak tanımlanıyor. Böylelikle McCarthy, toplumsal güvenlikleştirmeyi kullanıyor. Toplumsal güvenlikleştirme, toplumun farklı kimliklerinin toplumu diğer kimliklerinin varlığına karşı birer tehdit olarak ifade edilmesi ve bu ifadenin toplumun geneli tarafından kabul edilmesini ifade eder (Buzan&Wæver, 1998). McCarthy birçok açıdan söylemsel bir tehdit yaratırken, toplumda kurumlarda çalışabilen ancak en kırılgan kesimlerden gelen insanları hedef tahtasına oturatarak sergilediği ulusal güvenlik söylemine bir de aksiyon katıyor ve bunun tamamane siyasi olduğunu insanlara unutturuyor. Ancak, aradaki fark kendisinin bu ulusal güvenlik söylemini siyaset üstü bir şey olarak sunarken, hedef tahtasına seçtiği insanların azınlıktan ve sessiz bir kitleden olması. Dolayısıyla hem kendisine karşı gelinse bile duyulmayacak bir kitleyi seçiyor hem de siyaset üstü olarak sunduğu söylemin altını tamamen siyasi bir hesapla dolduruyor. Sonucunda ise “toplumun alt kesimleri, bizi biz yapan değerleri yıkmak üzere daha kolay ele geçirilmiş,” oluyor, “bu tip mücadeleleri bırakmalı ve var olan toplumumuzu korumalıyız.” diyor.
İktidar-Bilgi İlişkisi
Bilgi üzerine egemenlik kuran otoriter iktidarlar, halkın bilgi alabileceği yer olan basın ve gündelik hayat deneyimlerine tabiri caizse sızmaya çalışırlar. Otoriter iktidarlar ve siyasiler polise, kamu gücüne ve kurumlara belli toplumsal güvenceler vererek onları ideolojik dönüşüme sokarlar. Sonuçta, kurumlar kendi başlarına beyni olan yapılar değildirler, onları da insanlar yönetir. Dolayısıyla kurum dediğimizde devletin vatandaşlarıyla olan ilişkisinde aracılık sağlayan ve hükümete rağmen anayasal kurallara uymaları beklenen bürokratları kastetmiş oluruz. Ancak bu beklenti, kurumların meşruiyet kaynağı olan ve insanlar tarafından düşünülen bir kalıptır.
İnsanların dünya ve siyaset ile ilgili alacakları her türlü bilgiyi toplumsal yaşantılarında duvarlarda veya yollarda görecekleri “devlet temsili”, onların devletin sağladığı “yaşam biçimi” ile olan ilişkilerini bastırmaya çalışır. Foucault, iktidar-bilgi ilişkisinden bahsederken hakikat kümelerine değinir. Belli kavramlar hakkında ortada bulunan “doğru”ların hakikate dönüşmesi, bu anlam kümeleriyle belli olur. Yani insanlar, verili ve her türlü düşünsel alandaki mevcut muktedirler tarafından dizayn edilen şekilde “ön kabuller” üzerinden dünyalarını anlamaya çalışırlar. Misal, matematikte 2+2’nin 4 etmesi, matematik alanındaki otoritelerin kabul ettiği bir hakikat kümesidir. Devlet başkanının yurt içinde eleştirilse de yurt dışına güçlü görünmesi gerektiği, ulusalcı bir hakikat kümesinin parçasıdır (Weiss & Wodak, 2007).
Foucault’nun kavramını kendi anladığım biçimde kullanmak üzere, bahsettiğim devlet-vatandaş ilişkilerinin insanların düşünce şekillerini değiştirdiğini savunuyorum. Bunlar, zihnimizde kurduğumuz neden-sonuç ilişkileridir. Gerçekliğini bilmediğimiz, kapalı kapılar arkasındaki alanlara dair geliştirdiğimiz anlatılardır, örneğin: “Hükümet masaya oturdu, tam bağımsızlık için dünyaya karşı koyacak adımların talimatını verdi.” düşüncesi bir şekilde ortada bir “çıkar” olduğunu, bu çıkarın vatandaşların fedakarlığını istediğini ve ülkeyi tanımlanmamış bir şekilde diğer güçlü devletlerin etkisinden kurtaracağıdır. Bir yandan da Soğuk Savaş yıllarında gelişen “emperyalizme karşı” mücadelenin çarpık bir hâlini temsil eder. Çarpıktır, çünkü “dünyaya karşı koymak” Batı merkezli bir düşünce kalıbıdır ve devletin rolünü aniden vatandaşlarının üzerine koyar. Vatandaşları pahasına politikalar güdecekse, bu devlet doğru stratejiyi mi izlemektedir? Bu düşünce kalıbı gerçek-üstü bir nitelik taşır, çünkü ispatlanmaya ya da sorgulanmaya pek de ihtiyaç duymaz. Sorgulandığında da siyasi niteliği görmezden gelinir, çünkü bir hakikat hâlini almıştır. Siyasetçilerin siyaseti ve dolayısıyla söylemlerini bir meslek edindikleri gerçeğini insanlara unutturup yerin yenisini koyar, karşı çıkanları ise vatan hainliği ile suçlar. Her ne kadar bu taktik sonsuza kadar kazanacak gibi görünse de iktidarın temsilleri ve aşıladığı düşünce sistemi bir yerden sonra kendi aleyhine işler ve baskıcı rejimlerde de medya, özgür yaşam biçimlerine karşı yenik düşer (Mihelj, S., & Huxtable, S., 2018). Ancak bu yenilginin insanların düşünce basamaklarını değiştirdiği anlamına gelmez. Ne olursa olsun, bahsettiğim düşüncenin çekiciliği, bu düşüncenin kolay tüketilebilmesi ile ilgilidir. Tıpkı Murrow’un “İyi geceler, iyi şanslar” derken ya da programını estetize ederken yaptığı gibi, gerçekleri tüketilebilir bir forma sokar ve bu alışkanlık hep devam eder. Dolayısıyla, otoriterler hata yapsa bile ortada kitlelerin “inandığı” hep muğlak, soyut bir dünya tasviri kalır ve bu tasvir nereye çekilirse oraya gider.
GNGL filminde McCarthy olayında da tam olarak bu ilişkiyi görüyoruz. Her ne kadar otoriter yönetim ülke sınırları dışında, Sovyetler Birliği’nde de olsa Sovyetler’in ABD’nin bağımsızlığı, liberal toplumu ve mevcut hayat tarzı üzerine -tıpkı kendi vatandaşlarına yaptığı üzere- bir siyaset yürüttüğünü iddia eder. Bu siyaseti açığa çıkarıp bundan korunmak için ise tam tersini, baskıcı ve vatandaşını potansiyel bir hain olarak gören bir anlayış geliştirir, yani olayı depolitize eder (Bilgin, 2008). Bunu yaparken de basından net bir karşıtlık alamaz. Bu hâl böyle devam ederken, iddiaların rasyonel olmadığını düşünen, dolayısıla pozitif bir anlam kümesinde düşünen Murrow, kendi haber-belgesel programına yorum katarak bunu dile getirir ve McCarthy’ye karşı çıkar. McCarthy ise o güne kadar belli zengin kesimleri yanına çekmiş, basının fonlanmasında ağırlığı olan bir siyasetçidir.
ABD başkanlığına soyunan McCarthy’nin iddialarının popülerliğinin kesilmesinde Murrow’un payı büyük olsa da Murrow, hem bütün bir basına karşı hem de kendi patronuna karşı gelmek zorunda kalır. Birkaç program sonunda, CBS kanalının patronu tarafından programa veda ettirilerek pasifize edilir. Tüm bu süreç, mantığın ya da daha olumlu bir hakikat kümesini savunmanın, söylemleri siyasi olan ancak ulusal güvenlik olarak kabul gören, dolayısıyla söylemlerinin siyasiliğini unutturan bir siyasetçinin stratejisini boşa çıkartır. Bu bağlamda, Murrow son derece hakikati savunmaya çalışır. Ancak medya-güç ilişkisi bilgi-iktidar ilişkisine benzer ve Murrow’un filmin sonunda söylediği o cümleler yankılanır:
“Televizyonun gerçek amacının insanları …meşgul etmek, eğlendirmek… olduğunun farkına varmazsak, sonrasında kimin [televizyonla] ilgilendiğini görmek için çok geç olacak.”
Eğlencenin, mevcut bir hayat biçimi olduğunu, insanların da bu hayat biçimini korumayı sevdiğini varsayabiliriz. Ancak bu hayat biçimi mantık dışı ve güç hırsı ile domine edildiğinde, bu hayat biçimini savunmak artık farklı bir hâl alır bazılarının yok edilmesi gerektiği hissiyatını doğurur. Bu hissiyat gerçeklere dayanmayabilir. Murrow, insanların eğlendiği bir mecrada istediği kadar gerçeğin peşinde koşsa da Murrow’un bu çabasını insanlar eğlenmek ve meşgul olmak için izlemektedirler.
Devamında Ne Oldu?
Bu olayların gerçekleştiği yıllarda Amerikan Başkanı Harry S. Truman (1945-1953), ABD başkanlığına gelirken seçmenlere vaadi “izolasyon”, yani uluslararası çatışmalardan ABD’nin çekilmesi talebiydi. Aynı yıllarda, Başkan Truman, kamuoyu anketlerine göre McCarthy iddialarının da arttığı yıllarda artan komünist tehlikeye bir karşılık verilmesi gerektiğini düşünür. 1950’de Kuzey Kore-Güney Kore anlaşmazlığı bölgesel bir çatışma ve barış ihlali çıkarır. Her ne kadar bu savaş hakkında istediği raporlar Truman’a bu savaşın bahsedilen manada bir Komünist tehdidiyle veya ABD ile ilgisi olmadığını söylese de Truman bunu bir fırsat olarak görür: İstihbarat raporları Komünist Çin’in savaşa girmesini olası görmez. O yıllarda da ABD zaten Güney Kore’den birliklerini çekmektedir. Ancak McCarthy davaları ve değişen kamuoyu, Truman’ın savaş kararına izin veren önemli bir iç siyasi faktördür. Eğer kamuoyu hâlâ izolasyon istese, ABD yönetimi savaşa girmek için gerekli meşruiyeti bulamaz ve başarısız olurdu. Haziran 1950’de ABD Kore savaşına müdahale etmeye karar verir ve Truman halka, bunu halkın istediğini düşündüğü bir biçimde, iddia edilen Sovyet tehdidine karşı mücadele olarak aktarır (National Archives).
Kaynakça
Bilgin, P. (2008). Critical theory. In Security Studies (pp. 113-126). Routledge.
Buzan, B., Wæver, O., & De Wilde, J. (1998). Security: A new framework for analysis. Lynne Rienner Publishers.
McCombs, M. E., & Shaw, D. L. (1972). The agenda-setting function of mass media. Public opinion quarterly, 36(2), 176-187.
Mihelj, S., & Huxtable, S. (2018). From media systems to media cultures. Cambridge: Cambridge University Press.
National Archives. “US Enters the Korean Conflict”, Educator Resources. Erişim: 10.10.2021.
https://www.archives.gov/education/lessons/korean-conflict#background
Weiss, G., & Wodak, R. (Eds.). (2007). Critical discourse analysis. New York, NY: Palgrave Macmillan.