Günümüz sinemasının en başarılı yönetmenlerinden biri olarak gösterilen Paul Thomas Anderson‘ın, Thomas Pynchon‘ın Vineland romanından uyarlayarak kaleme aldığı ve yönettiği yeni filmi One Battle After Another’ın vizyona girmesiyle birlikte adeta yer yerinden oynadı. Paul Thomas Anderson‘la Leonardo Di Caprio‘yu bir araya getiren film sadece bu sebepten dolayı da dikkatleri üstüne çekmeye değerdi. Ancak bunun yanında filmin politik yapısı ve tempolu bir sinema deneyimi sunmasıyla bir başyapıt olduğuna dair fazlaca yorum dolaşmaya başladı. Bu yorumlar anlık bir sinema orgazmının sonucu olabilir veya dünya siyasetinin gitgide faşizanlaşmasına karşılık bir söz söyleme çabasına seyircinin heyecanla yaklaşması olabilir. Ya da gerçekten film bir başyapıt da olabilir. Her zamanki gibi popüler kültürün ve sinemanın kölesi olarak bu filmin kaleme alınmaya değer olacağını düşündüm ve biletimi alma mücadelesine giriştim. Filmi izledim, biraz üstüne düşündüm, filme dair birkaç yorum, düşünce, fikir, yazı kurcaladım ve filmi sindirerek inceleme yazısına başlıyorum. Bakalım One Battle After Another gerçekten bir başyapıt mı yoksa odaklanmamız gereken şey filmi sınıflandırmaktan daha ötesi mi? Hazırsanız One Battle After Another film incelemesine başlayalım.
UYARI! : Yazıda doğrudan sahnelerin detayına yer vermeyecek ve daha çok dramaturjik yapısına değinmeye çalışacağım. Bu konuda çok endişe duymanıza gerek olmasa da spoiler yeme korkusu yaşarsanız filmi izledikten sonra yazıyı okuyabilirsiniz.
Filmin Konusu ve Senaryo

Film, Amerika Birleşik Devletleri’nde French 75 adındaki devrimci bir örgütün eylemleriyle başlıyor. Hem de ilk eylemlerini günümüz Amerika’sının ciddi sorunlarından olan Meksika sınırındaki göçmen merkezinde yapıyorlar. Burada örgütün liderlerinden olan Perfidia Beverly Hills‘in karikatürist kötü asker Steven Lockjaw‘u avlamasını ve Lockjaw’u örgüte düşman etmesini görüyoruz. Devamında örgütün kilit isimlerinden Pat Calhoun ve Perfidia arasındaki ateşli aşkla gerçekleştirdikleri eylemlerin doğru orantılı artışı örgütün etkisini artırsa da Perfidia’ya takıntılı hâle gelen Steven Lockjow kendi payına düşeni alma konusunda ısrarcı davranıyor. Perfidia çocuğu olmasına rağmen annelik kalıbına girmek istemeyerek eylemlere devam ediyor ve yakalanıyor. Lockjaw’la aralarında danışıklı dövüşün oluşmasıyla Perfidia tanık koruma programına dahil olarak muhbir oluyor ve French 75 örgütü yara alıyor. En sonunda örgüt faaliyetlerini duraklatarak farklı kimliklere bürünüyor ve Pat Calhoun kızıyla birlikte Baktan Cross’a gidip inzivaya çekiliyor. 16 yılın ardından Steven Lockjaw’un örgüt üyelerinin peşini bırakmayıp geri dönmesiyle birlikte film bir kovalamacaya dönüşüyor. Özellikle filmin ikinci bölümünde karakterlere yoğun bir mizahi dokunuş da yapan Paul Thomas Anderson filmi hem aksiyon hem komedi hem de politik bir zemine oturtmaya çalışıyor.

Film, ismiyle de paralel olarak sürekli yeni bir savaşın doğuşunu gösteriyor. Bunlar birer neden-sonuç ilişkisi kıvamında birbirini takip ediyor. Faşizan yönetimlere karşı yapılan eylemler devletle yapılan savaşı doğuruyor. Perfidia çocuğu olduktan sonra idealleri ve annelik içgüdüsüyle savaşıyor. Pat, kızının büyümesiyle birlikte yeni dünya düzeniyle savaşıyor. Willa, geçmişiyle ve babasıyla savaşıyor. Ancak tüm bunların yanında non-binary’ler, azınlıklar, göçmenler ve devletin sopasını üstünde hisseden tüm topluluklar hayatla bir savaş içerisine giriyor. Filmde kişilerin hikâyesi dakikalar ilerledikçe çok daha toplumsal bir kimliğe bürünüyor ve kitlesel bir savaş motifi ortaya çıkıveriyor.

Paul Thomas Anderson’ın bu noktada yapmış olduğu en büyük teknik dokunuş filmin temposunu yönetme kısmında olmuş. Film bir kreşendodan ziyade tempoyu hep en yüksek perdede tutuyor. Bir savaşın doğuşuna gitmektense ilk dakikadan itibaren savaş kavramı izleyiciyi etkisi altına almaya başlıyor. Ancak bence filmin en büyük sorunu temponun yüksek olması sebebiyle hızlı geçişler olması ve senaryoda boşluklar olduğuna dair bir his açığa çıkartması. Örgütün yükselişi ve düşüşü, karakterlerin motivasyonlarındaki değişimler çok hızlı ilerliyor. Bunun tezatı, ikinci bölümde aksiyon hızlı olsa da mizah ögelerinin artmasıyla tempoda yaşanan kesintiler olarak karşımıza çıkıyor. Fakat bu tabi ki kişisel bir tercih. Ben ilk bölümde yanında durmamız gereken karakterlerin kaybetmesini görmemizle birlikte daha dramatik bir yapının filmin devamına hakim olacağını düşünüyordum. Filmin sonlarına doğru öyle olmuş olsa da Leonardo Di Caprio’nun canlandırmış olduğu Pat (filmdeki yeni kimliğiyle Bob Ferguson) karakterinin fazlaca komik olma çabası bence çok yerinde bir dokunuş olmamış. Tam tersine aşırı sağcı ve faşist Steven Lockjaw’un filmin sonundaki epik yürüyüşü tüm şakalardan daha fazla kahkaha attıracak bir hamleydi.
Oyunculuklar ve Sinematografi

Bunun yanında film kesinlikle doyurucu bir sinema deneyimine sahip. Paul Thomas Anderson’ın yönetmenlik becerisiyle birlikte ortaya tam bir sinema filmi koyduğu net bir şekilde hissediliyor. Özellikle kamera açılarının çeşitliliği filmin aksiyonuna ve yüksek temposuna çok iyi ayak uyduruyor. Hele ki filmin sonlarında Amerika çöllerindeki arabayla kaçış sahnesi sinema tarihi için epik bir sahneyi ortaya çıkarıyor. Hitchcockvari bir gerilimi andıran bu sahnenin de katkısıyla Paul Thomas Anderson filmi istediği an komediye istediği an aksiyona istediği an gerilime çevirebiliyor.

Elbette filmi başarıya götüren en önemli unsurlardan biri de oyunculuk performanslarında gizli. Filmde kötü olarak değerlendirilebilecek hiçbir performans bulunmazken Leonardo Di Caprio başrolde her zamanki gibi ne kadar çok yönlü bir oyuncu olduğunu kanıtlıyor. Chase Infiniti, Willa Ferguson karakteriyle genç bir oyuncu olarak umut vadeden bir performans ortaya koyuyor. Filmin kötüsü olarak Sean Penn ise Steven Lockjaw karakteriyle yazının ilerleyen kısımlarında değinecek olduğum aşırı sağın karikatürist gösteriliş biçimini harika bir şekilde oynayarak adeta şov yapıyor.
Filmin Yarattığı Sükse

Film özellikle Amerika’da yere göğe sığdırılamayan yorumlarla adından söz ettirdi. Pek çok sinema eleştirmeninin 21.yüzyılın bile en iyi filmi olabileceğine dair yorumları tabii ki ister istemez bir PR çalışmasına dönüşmüş oluyor. Filme dair ilk yorumlar politik altyapının sağlamlığı ve sinemada film izleme deneyiminin sorgulandığı bu dönemde büyük bir filmin gelişinin birleşmesiyle çok iyi bir iş çıktığı yönündeydi. Doğrusunu söylemek gerekirse filmin hikâyesine, değindiği konulara, yanında durduğu kişilere ve teknik özelliklerine diyecek bir şey yok. Övülmeyi de sonuna kadar hak ediyor. Ancak bir filmle ilgili bu kadar iddialı yorumlar gelince beklentinizi de ona göre ayarlayarak filmi izliyorsunuz. Beni bir sinema seyircisi olarak tatmin etmeyen yanı da bu oldu. Sinemayı bir sanat yapan en önemli özelliği vücudunuzdaki hücreleri harekete geçirecek bir haz vermesidir. Herkesin her filmden alacağı bu haz da hâliyle değişkenlik gösterir çünkü bu subjektif bir durumdur. Nihayetinde filme kötü, vasat, idare eder gibi şeyler söylemek bir yana dursun mutlaka sinemada deneyimlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ancak karşımızda yapılmayanın yapıldığı, şapkadan tavşan çıkarılan bir film olduğu da söylenemez. Aslında filmin bu yorumları almasının asıl sebebi olan politik yapısı ise durduğu yer olarak beni mutlu etse de Amerika’daki Demokratları daha çok mutlu etmişe benziyor.

Filmde özellikle French 75 grubunun yapmış olduğu eylemler ve temsiliyetleri bugünün Amerika’sındaki muhalif düşünceyi temsil ediyor. İkinci başkanlık dönemini geçiren Donald Trump‘ın ırkçı, faşist, ayrımcı ve despot bir lider olduğu kabul görmüş bir gerçek. Özellikle de kendini Özgürlükler Ülkesi olarak tanımlayan bir ülkenin başta yabancı düşmanlığı olmak üzere pek çok ayrımcılığa çanak tutması Amerika Birleşik Devletleri’ndeki sanat camiasının da karşı durduğu bir durum olmaya başladı. Hal böyle olunca film doğrudan doğruya Trump iktidarına bir başkaldırı niteliğinde okunabilecek bir noktaya gidiyor. Filmde özellikle siyahi sorunu örgütün yönetim kademesinde gösterilerek öne çıkıyor. Göçmen olmanın sorunu filmin ilk sahnesinden tüm kaçış ve var olma çabalarına kadar uzanıyor. Bunun yanında bir devrimci de olsa Bob Ferguson’ın, kızı Willa’nın non-binary arkadaşının kimliğini tam olarak anlamaması sadece iktidara değil, zamana ve değişime ayak uyduramayan tüm insanlara bir eleştiri niteliğinde. Tüm bu toplulukların sorunlarına yer vermek de herkesin kendi savaşının içinde debelendiğini, savaş üstüne savaş olduğunu gösteriyor.
Aşırı Sağcı Yapıların Karikatürü

Film, French 75 örgütünün devrimsel şiddetiyle hak arayışının karşısına aşırı sağcı, üstün ırkı savunan, tamamen beyaz Amerikalılardan oluşan Noel Maceracıları isimli bir yapıyı çıkarıyor. Albay Steven Lockjaw tüm ömrünü bu örgüte dahil olmaya çalışarak geçiriyor. Bunu yaparken Albay Lockjaw’a dair belki de tek gördüğümüz his Perfidia’ya karşı duyduğu cinsel hazdı. Yönetmen Paul Thomas Anderson, bu örgütü aslında Trump’la ve onun azınlıklara karşı duyduğu nefretle doğrudan ilişkilendiriyor. Filmde French 75 üyelerinin derinliklerini, geçmişlerini empati yoluyla görüyoruz fakat Steven Lockjaw saf bir kötü olarak konumlandırılıyor. Bu durum da filmin açık bir şekilde faşizan karşıtlığını ve devrimci harekete desteğini gösteriyor. Tabii genel okumalara göre sadece Donald Trump’ın değil dünya genelinde tekrar ağırlığını hissettirmeye başlayan aşırı sağcı düşüncenin yaratabileceği sonuçlar French 75’in verdiği mücadeleyle bir direniş temsiliyeti oluşturuyor. Filmin sonunda Steven Lockjaw’un uğrayacağı son, kendinden başka herkese nefret duyan bir düşüncenin kendi kendini de yiyip bitirebileceği sonucundan başka bir şey değil.

Dile kolay 2 saat 50 dakikalık süresine rağmen akıcılığını hiç kaybetmeyen filmin mutlaka sinemada izlenmesi gerekiyor. Azınlık haklarına ve faşist düşünce yapılarına karşı aksiyon dolu bir hikâye olan One Battle After Another şimdiden maliyetini çıkarmış durumda ve Warner Bros Stüdyoları’nın başarılı işlerinden biri olacağı kesinleşti. Ödül sezonunda da kendine pek çok dalda yer bulması beklenen film dolu dolu sinema deneyimiyle 2025 yılında bunu hak eden yapımlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.
Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz:
Kaynakça:
-
Brody. Richard. “The Real Battle of “One Battle After Another”. The New Yorker. 07.10.2025. Web. Erişim: 13.10.2025
- Öne çıkan görsel: The Movie Database