Ödüllü Yazarların Son Dönemde Popüler Olan Kitapları

Editör:
Öykü Karaderili
spot_img

Edebiyat dünyasında yıllar boyunca okurları derinden etkileyen ve farklı bakış açıları sunan eserler ödüllerle taçlandırıldı. Son dönemde, derinlikli karakterleri, çarpıcı temaları ve yenilikçi anlatım biçimleriyle de adından söz ettiren kitaplar, raflarda hak ettiği yeri almaya devam etti. Bazılarına çok aşinayız, bazılarını ise raflarda ilk kez görüp keşfediyoruz.

Bu yazıda, edebiyatın farklı türlerinden seçilmiş, ulusal ve uluslararası ödüllere layık görülmüş, hem eleştirmenlerden hem de geniş okur kitlesinden tam not alan kitapları keşfedeceksiniz. İster yeni bir okuma listesi oluşturmak, ister güncel edebiyatın nabzını tutmak isteyin; bu rehber, sizi son yılların en ses getiren eserleriyle buluşturacak.

1. Dar Kapı – André Gide (1909)

“Sevdiğimiz ruhun üzerine eğilerek, orada bir aynadan görür gibi hangi görüntüyü verdiğimizi görebilseydik sadece! Kendimizi okuduğumuz gibi, hatta daha iyi okuyabilseydik keşke başkalarını! O zaman şefkat ne kadar huzurlu yaşanır, aşk ne kadar saf olurdu!” (S.32)

André Gide’in Dar Kapı adlı romanı, yalnızca bir aşk hikayesi değil; aynı zamanda insanın tutkuları ile ahlaki ve dini inançları arasında sıkışıp kalışının edebi bir kaydı. Bir yanda kalbin arzuları, diğer yanda ruhun dinginliği ve Tanrı’ya adanmışlık… Gide’in kaleminde bu ikilem, hüzünlü bir estetikle işlenir ve okuyucuyu hem karakterlerin duygusal çatışmalarına hem de kendi iç dünyasına ayna tutmaya davet eder. Roman, Jerome’un çocukluk aşkı Alissa’ya duyduğu derin bağlılık üzerine kuruludur. Jerome için bu sevgi, hayatının merkezinde yer alır. Ancak Alissa’nın Tanrı’ya adanmışlıkla şekillenen içsel yolculuğu, bu aşkı sürekli erteleyen, geri plana iten bir hal alır. Alissa, kendi arzularını bastırarak, dünyevi mutluluğu Tanrı’nın sevgisine feda eder. Böylece aşk, bir kavuşma hikayesinden ziyade, sürekli bir özlem ve erişilmezlik anlatısına dönüşür.

Gide, Dar Kapı’da bireysel inanç ile dünyevi arzu arasındaki çatışmayı zarif bir biçimde işler. Alissa’nın Tanrı’ya yakınlaşma arzusu, onun kişisel mutluluğunu törpülerken, Jerome’un tutkusu giderek daha trajik bir boyut kazanır. Bu açıdan roman, Kierkegaard’ın imanın zorluğu fikrini hatırlatır: Ruhun kurtuluşu ile kalbin arzuları arasında dar kapıdan geçmek, yani daha çetin olanı seçmek. Tek bir eseriyle değil de, tüm edebi kariyeri ve eserlerinde işlediği temalarla 1947 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan yazarın Dar Kapı kitabı onun bu ödül bütünlüğünün bir parçası olarak örnek gösterilebilir.

2. Ses ve Öfke – William Faulkner (1920)

“Ve gün hafif ve keskince vurulmuş bir pencere camı gibi ve içim kıpır kıpır, oturduğum yerde.” (S.72)

Ses ve Öfke, modernist edebiyatın zirvesinde duran, okurunu alışılmışın çok ötesinde bir yolculuğa çıkaran romanlardan biridir. Zorlayıcı yapısı, parçalı anlatımı ve karakterlerin iç dünyalarına cesurca dalışıyla bu eser Güneyli bir ailenin çöküşüyle aynı zamanda zamanın, hafızanın ve insan ruhunun karmaşık doğasını resmeder.

Roman, Amerika’nın Güney eyaletlerinde köklü ama çöküşe geçmiş bir aile olan Compsonlar etrafında şekillenir. Dışarıdan bakıldığında soylu ve gururlu bir aile portresi çizen Compsonlar, içeride çökmekte olan değerlerin ve bastırılmış acıların sembolüdür. Faulkner, hikayeyi doğrusal bir çizgide anlatmaz. Dört bölümden oluşan kitap, her seferinde farklı bir anlatıcının gözünden aynı olaylara ve geçmişin hayaletlerine bakar. Bu nedenle okur, romanı bir bulmaca çözer gibi keşfeder.

Romanın adı, Shakespeare’in Macbeth oyunundaki şu dizelere gönderme yapar: “Hayat, bir aptalın anlattığı, ses ve öfkeden ibaret, hiçbir şey ifade etmeyen bir hikayedir.” Bu gönderme aslında romanın ruhunu da özetler. Compson ailesinin çırpınışları, gururu, kayıpları ve öfkesi, aslında büyük tarihin önünde yok olup giden bir gürültüden ibarettir. Roman, ilk yayımlandığında kolay anlaşılmadığı için büyük yankı uyandırmadı. Ancak zamanla modernist edebiyatın başyapıtlarından biri olarak kabul edildi. Faulkner, 1949’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken, bu eserin ağırlığı onun edebi kimliğini perçinledi. Bugün Ses ve Öfke, dünya klasiklerinin arasında yer alıyor ve hala edebiyat fakültelerinde en çok tartışılan metinlerden biri.

3. Algernon’a Çiçekler – Daniel Keyes (1959)

”Düşünme.. Hisset.. Anlamaya çalışmadan, müziğin senin üzerine bir deniz gibi yayılmasına izin ver.” (S.107)

Algernon’a Çiçekler, sizi sıradan bir okuma deneyiminden çok daha fazlasına davet ediyor: Kendi hayatınıza, değerlerinize ve gerçek mutluluğun ne olduğuna bakmaya… Daniel Keyes’in 1966’da yayımlanan başyapıtı Algernon’a Çiçekler tam da böyle bir roman. Zekanın sınırlarını, bilimin etik boyutlarını ve insan kalbinin derinliklerini sorgulatan bu eser, yıllardır dünyada milyonlarca okura aynı sarsıcı soruyu yöneltiyor: “Zeka mı insanı değerli kılar, yoksa kalbi mi?”

Romanın merkezinde Charlie Gordon var. Zihinsel engelli, saf, içten ve çevresindekilerin çoğu zaman alay konusu ettiği bir genç. Charlie’nin tek arzusu, öğrenmek ve kabul görmek. Bilim insanlarının yaptığı deneysel bir ameliyat, ona beklenmedik bir şans sunuyor o da zekasını artırmak. Bu noktada sahneye bir diğer karakter çıkıyor: Algernon. O küçük, beyaz laboratuvar faresi. Charlie ile aynı deneyden geçen Algernon, aslında romanın gizli kahramanı. Onun yaşadıkları, Charlie’nin yolculuğunun öncülü ve bir bakıma geleceğinin aynasıdır. Daniel Keyes’in eseri, yayımlandığı ilk günden itibaren büyük yankı uyandırdı. Hugo ve Nebula gibi önemli ödüllere layık görüldü, 30’dan fazla dile çevrildi, defalarca sahneye ve sinemaya uyarlandı. Bugün hala lise ve üniversite müfredatlarında okutulan eserlerden biri. Algernon’un küçük mezarına bırakılan çiçekler, aslında insanın kendi kırılganlığına ve ölümlülüğüne bırakılan çiçeklerdir. Bu yüzden kitap, farklı kültürlerde aynı derin yankıyı uyandırıyor.

4. Palyaço – Heinrich Böll (1963)

“Bir insanın, ağlarken yanında bulunmasını istediği kimseler çok azdır…”(S.168)

1972 Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Heinrich Böll’ün Palyaço’su,  derin bir yüzleşme çağrısıdır. Okurunu güldürmekten çok düşündüren, sahnedeki maskeyi indirip insan ruhunun çıplaklığını gösteren güçlü bir romandır. Günümüz dünyasında da hala şu soruyu sordurur: Maskelerimizin ardında biz kimiz? Romanın ana karakteri Hans Schnier, sahnelerde insanları güldüren ama iç dünyasında derin bir hüzün ve yalnızlık taşıyan bir palyaçodur. Hans, sevgilisi Marie’nin Katolik çevreye uyum sağlayarak onu terk etmesinin ardından bir yıkıma sürüklenir. Yüzündeki boyalarla dışarıya gülümseyen ama içten içe çöken bu adam, aslında topluma ayna tutar. Böll’ün Hans’ı seçmesinin nedeni de budur. Palyaço, gülümsemenin ardında gizlenen hakikati görür ve dillendirir. Böll, Almanya’nın toplumsal, ahlaki ve dinsel ikiyüzlülüklerini bir palyaço figürü üzerinden tartışmaya açar. Roman, hem bireysel yalnızlığın hem de toplumsal vicdanın çarpıcı bir portresidir.

Palyaçoyu okurken en çok hissettiğim şey, yüzümüzde taşıdığımız maskelerin ağırlığı oldu. Hepimiz bir şekilde başkaları için gülümseyen ama içten içe başka fırtınalarla boğuşan küçük palyaçolarız. Hans Schnier’in yalnızlığında kendi yalnızlığımızı görmek kaçınılmaz. Belki de bu yüzden roman, yıllar geçse de güncelliğini koruyor. Çünkü birey ile toplum arasındaki gerilim, aşk ile inanç arasındaki çatışma hala hayatlarımızın bir parçası.

5. Kızıl Darı Tarlaları – Mo Yan (1986)

“Ben hep kendi fikrimce yaşadım, mutluluğa aşığım, gücü severim, güzeli severim, bedenim benim bedenimdir, kendi kararlarımı kendim alırım, günahtan korkmam, cezadan korkmam, senin on sekiz katlı cehenneminden korkmuyorum.”(S.109)

Mo Yan, modern Çin edebiyatının en güçlü ve uluslararası alanda tanınan seslerinden biridir. 2012’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan yazar, gerçeklik ve efsaneyi bir araya getiren, renkli ve çarpıcı bir üsluba sahiptir. Kızıl Darı Tarlaları Mo Yan’ın edebi evreninde adeta bir mihenk taşıdır. Çin’in kırsal yaşamını, Japon işgali dönemini ve insan ruhunun direncini anlatan destansı bir roman olarak öne çıkar. Hikaye, Shandong eyaletindeki kırsal bir kasabada geçer. Mo Yan, burada hem savaşın yıkıcılığını hem de kırsal yaşamın sert ama canlı ritmini anlatır. Kızıl darı tarlaları romanın sembolik omurgasını oluşturur. Kan kırmızısı darılar, aşkın, acının, direncin ve öfkenin renkli bir metaforu olarak öne çıkar.

Roman, dört kuşak boyunca uzanan bir aile destanını ve onların hem günlük yaşam mücadelesini hem de Japon işgali sırasında gösterdikleri cesareti anlatır. Hikayenin merkezinde, büyük bir dram ve tutku vardır. Aile bağları, kan, intikam ve aşk romanın her satırında hissedilir. Kızıl Darı Tarlaları, diğer bir bakışla büyülü gerçekçilikle tarihsel gerçekliği harmanlayan bir romandır. Mo Yan, Latin Amerika geleneğinden etkilenmiş gibi görünür. Gerçekle efsaneyi iç içe geçirir, doğayı ve kanı yoğun bir şekilde betimler. Bu yaklaşım, okuyucuyu hem olayların içine çeker hem de karakterlerin iç dünyasını hissettirir.

6. Yalın Tutku – Annie Ernaux (1991)

“Yaşamdan beklediğimin aksine, yazıdan hiçbir şey beklemediğimi bilerek. Yazının içine ne koyarsanız sadece onu alırsınız.” (S.47)

Annie Ernaux, Yalın Tutku ile arzunun edebiyattaki en yalın, en keskin, en çıplak anlatımlarından birini kaleme alıyor. Bu kitap, kadınlığın, arzunun ve bekleyişin evrensel bir anatomisi. Kimi okur için fazla cesur, kimi için fazla sade olabilir. Ama herkes için sarsıcı etkisi vardır denebilir. Çünkü Yalın Tutku, aslında hepimizin içindeki o kırılgan arzunun bir yansımasıdır. Annie Ernaux’nun edebiyatı, kişisel olanı evrensele dönüştürmesiyle bilinir. Onun kaleminde anılar, tutkular, kayıplar ve gündelik hayatın en sıradan ayrıntıları, toplumsal ve insani bir boyuta ulaşır. Her ne kadar anlatı kişisel bir deneyimden doğsa da, aşkın evrenselliği okuru metnin içine çeker. Ernaux, “ben” diye anlatırken aslında “biz”i, yani aşkın içinde savrulmuş herkesin ortak halini görünür kılar. Bekleyişin acısı, bir telefonun çalmamasının yarattığı boşluk, yalnız geçirilen gecelerin huzursuzluğu… Bunların hepsi, bir kadın kimliğinin ötesinde, insanın kırılganlığını anlatır.

Yalın Tutku yayımlandığında büyük tartışmalara yol açtı. Kimileri kitabı fazla çıplak, fazla kişisel, hatta skandal olarak nitelendirdi. Ancak edebiyat çevreleri kısa sürede Ernaux’nun yaptığı şeyi kavradı. Bu da kadın arzusu ve tutkusunu, hiç olmadığı kadar dürüst ve yalın biçimde edebiyata taşımaktı. Bu nedenle kitap, bugün feminist edebiyatın önemli yapıtlarından biri kabul edilir. Annie Ernaux’nun 2022’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasının arkasında, tam da bu tür kişisel deneyimleri toplumsal bellekle buluşturma cesareti vardı.

7. Melankoli I-II – Jon Fosse (1995)

“Nereye gideceğimi bilmiyorum, sanırım sadece yürümeliyim. Ama herhangi bir yere gitmeliyim çünkü insan daima şurada ya da burada bir yerdedir. Ben de şurada veya burada bir yerde olmalıyım.” (S.122)

Norveçli yazar Jon Fosse, çağımızın en özgün edebiyat seslerinden biri olarak anılır. 2023 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasında da etkili olan kitabında derinlikli üslubu yoğun bir biçimde hissedilir. Fosse, insan ruhunun kıvrımlarını, içsel çalkantılarını ve varoluşun karanlık yanlarını olağanüstü bir dil ekonomisiyle ortaya koyar. Melankoli, yalnızca bir bireyin portresi değil, aynı zamanda sanatın, deliliğin ve yalnızlığın bedeli üzerine yazılmış bir modern destandır.

İlk kitap, 19. yüzyıl Norveçli ressam Lars Hertervig’in yaşamından esinlenmiştir. Hertervig, ışıkla dolu manzaralarıyla tanınsa da, yaşamı boyunca yoksulluk, akıl hastalıkları ve toplumun dışlayıcı tavırlarıyla boğuşmuştur. Fosse, onun dünyasını tarihsel bir biyografi yerine bilinç akışı tekniğiyle, kesintili ve tekrarlarla dolu bir iç monolog halinde sunar. Bu sayede okur, bir sanatçının zihnindeki kırılmaları, tutarsızlıkları ve yaratıcı sancılarını doğrudan deneyimler. Fosse’nin cümleleri kısa, parçalı ve döngüseldir. Dil, tıpkı bir nefesin gidip gelmesi gibi akar; okur da Hertervig’in zihninde sıkışıp kalır. Bu biçimsel tercih aynı zamanda melankolinin edebi karşılığıdır. Hertervig’in aşkı, arzuları, korkuları, yoksulluğu ve en çok da resmetme tutkusuyla yok olma arzusu arasındaki çatışma, romanın kalbinde yankılanır.

İkinci kitap, Hertervig’in yıllar sonra bir akıl hastanesinde geçen dönemine odaklanır. Burada artık sanatçı kimliği silikleşmiş, yerini bir hastaya bırakmıştır. Fosse’nin anlatısı, aklın sınırlarında gezinen bir insanın hem toplumsal hem de bireysel yok oluşunu gözler önüne serer. Hertervig’in çevresindekiler onu anlamaya çalışsa da, çoğunlukla rahatsız edici bir figür olarak görürler. Fosse, hastane sahnelerinde mekanı neredeyse bir karakter gibi işler. Dar koridorlar, beyaz duvarlar, sessizliğin boğucu yoğunluğu olarak tasvir eder bu mekanları. Bu ortam, Hertervig’in zihnindeki parçalanmayı daha da görünür kılar. Roman, sanatçının ölüme yaklaşırken bile içindeki ışığı kaybetmemeye çalışmasını bu zihinsel görüntülerle anlatmayı başarır.

8. Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde – Olga Tokarzcuk (1996)

“Bence dua etmenin püf noktası bu.-huzur içinde olduğumuzu düşünmek, hiçbir şey dilememek, sadece kendi aklınızı çözümlemek. Bu yeterli olmalı.” (S.260)

Polonyalı yazar Olga Tokarczuk’un eserleri mitlerle, masallarla, felsefi sorgulamalarla ve derin psikolojik çözümlemelerle örülüdür. Karakterleri çoğunlukla toplumun kenarında duran, kendi iç dünyasında çatışmalar yaşayan ya da dünyaya farklı açılardan bakan insanlardır. 2018’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Tokarczuk’un eserleri, yalnızca güçlü anlatım gücüyle değil, aynı zamanda felsefi ve ekolojik duyarlılığıyla da öne çıkıyor. Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, onun edebi evreninde ayrıcalıklı bir yerde duruyor; polisiye atmosferi, mitolojik göndermeleri, doğa-insan ilişkisini sorgulayan temaları ve sıra dışı kahramanı ile okuru hem düşündüren hem de büyüleyen bir roman.

Hikaye, Polonya’nın güneyinde sınıra yakın, izole bir dağ köyünde geçiyor. Başkahraman Janina Duszejko, emekli bir inşaat mühendisi, amatör astrolog, William Blake tutkunu ve hayvan hakları savunucusu bir kadındır. Roman, küçük kasabadaki erkeklerin gizemli ölümleriyle açılır. Bu ölümler, görünüşte doğanın intikamını hatırlatır. Avcılar, kasaba ileri gelenleri ve hayvanlara zulmeden kişiler tek tek yaşamını kaybeder. Burada Tokarczuk, sıradan bir polisiye kurmaktan çok daha fazlasını yapar. Roman, bir ekofelsefi manifesto niteliği kazanır. İnsan merkezli ahlak anlayışını sorgular, hayvanların haklarını ve doğanın sesini edebiyatın merkezine taşır. Kitabın verdiği hissin özeti aslında sadece bir hikaye anlatmadığı, aynı zamanda okurun vicdanını harekete geçirmeye çalıştığı. Janina’nın isyanı, bir kadının yalnız çığlığı gibi görünse de aslında doğanın, hayvanların ve görmezden gelinen tüm canlıların sesi haline geliyor. Polisiye kurgusunun sürükleyiciliği ile felsefi derinliği bir arada sunması, kitabı benzersiz kılıyor. Özellikle doğa ile bağın zayıfladığı modern dünyada, ismiyle bile farklı gelen ve akılda kalan bu roman adeta unuttuğumuz hakikatleri hatırlatan bir uyarı metni gibi okunabilir.

Kaynakça:

Böll, Heinrich. Palyaço. Can Yayınları, 2024.

Ernaux, Annie. Yalın Tutku. Can Yayınları, 2022

Faulkner, William. Ses ve Öfke. Yapı Kredi Yayınları, 2019.

Fosse, Jon. Melankoli I-II.  Monokl Yayınları, 2021.

Gide,Andre.Dar Kapı.Timaş Yayınları, 2021.

Keyes, Daniel. Algernon’a Çiçekler. Koridor Yayıncılık, 2015.

Mo Yan. Kızıl Darı Tarlaları. Can Yayınları, 2013.

Tokarczuk, Olga. Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde. Timaş Yayınları, 2020.

Öne Çıkan Görsel Linki.

spot_img

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

spot_img

Eşeği Saldım Çayıra – Kazak Abdal | Şiir İncelemesi

Kazak Abdal hayatı ve bilinen şiirlerinden olan Eşeği Saldım Çayıra eserinin incelemesi.

Twinless Film İncelemesi: İki Yalnız, Bir Kayıp

Başrolde Dylan O'Brien'ın yer aldığı kayıp, yalnızlık, bağ kurma arayışı, yas süreci üzerine dokunaklı bir film olan Twinless film incelemesine göz atın.

Alice in Borderland 3. Sezon İncelemesi: Neden Beklentiyi Karşılayamadı?

Alice in Borderland dizisinin 3. sezonun her oyununda Chishiya'nın zekâsını arayıp, Aguni'nin fedakârlığını andık diyebilirim. 

Evrensel Duygular: Anlamadan da Hissedeceğiniz 8 Şarkı

Dili fark etmeksizin ruhunuza dokunan, evrensel duygusal taşıyan 10 şarkıyı keşfedin. Melodik parçalarla hazırladığımız liste, her anınıza eşlik edecek!

Viktoryen Dönemde Kadın İmgesi: “Evdeki Melek”

Viktoryen dönemde ‘Evin Meleği’ ideali, kadını fedakâr ve itaatkâr bir role hapsetti. Gilman ve Woolf bu miti sorgulayarak özgür kadının sesini aradı.

Jane Austen ve Aşkın Sosyal Eleştirisi

Jane Austen, romanlarında aşkı sadece romantik bir duygu olarak değil; statü ve kadınların konumu üzerinden ele alarak dönemin evlilik anlayışına eleştirel bir bakış atar.

Shirley Jackson’ın Amerikan Gotik Edebiyatındaki Yeri

Shirley Jackson, Amerikan gotiğine modern bir ses getirmiş ve kalıcı bir iz bırakmıştır.

Amerikan Edebiyatında 4 Yalnız Kahraman

Amerikan edebiyat tarihinin en önemli temsilcileri haline gelmiş kahramanlarımızın ne kadar soyutlanmış bireyler olduğunu farketmiş miydiniz?

Tarihi Eser Rotası: Geçmişten Müzeye Serüven

Müzelerde sergilenen her bir eserin yolculuğu o kadar uzun ki... Gelin, sergilenme sürecine kadar rotaya bir göz atalım...

Bir Günde Geçen 5 Roman

Hızlı geçen yirmi dört saatimizi bir de romanlardan okuyup hissedelim. İyi okumalar.

Editor Picks