İnsanın aşırıya olan ilgisi, yüzyılların eskitemediği bir zihin meşgalesidir. Mitolojiden Freud’a, imparatorlardan müzisyenlere; insan aklının uç noktaları toplumsal-bireysel spektrumunda da kurgusal-bilimsel spektrumunda da ilgi uyandırmayı bırakmayan bir konu olmaya devam ediyor. Dramatik anlatıda kahramanın mücadelesi kalıplaşmış bir formülün parçasıdır. Bu kalıbın izleyicide oluşturduğu beklentiyi kendi yararına kullanan takıntının yoğun olduğu anlatıdaki filmlerde ise klasik anlamda bir kahramandan bahsetmek güçleşiyor. Karakterlerin iç dünyalarını merkeze alan filmlerde, obsesyon temasının işlenmesi ortaya oldukça kompleks karakterler ve çok boyutlu hikayeler çıkarabiliyor.
Son yıllarda obsesyonun ifade edildiği, karakterlerin uçlarda gezinen zihinlerindeki kusursuz idealine ulaşmak için her şeylerini verdikleri filmler çokça karşımıza çıkıyor. Bu filmlerden en iyi 10 tanesini aşağıda listeledik. İyi seyirler!
1- American Psycho (2000)
Mary Harron’ın modern bir klasik haline gelmiş satirik şiddet şöleni, obsesyon dendiğinde akla ilk gelen filmlerdendir. Christian Bale’in kusursuzca hayat verdiği Patrick Bateman, seri katilliği yarı zamanlı, obsesyonu ise tam zamanlı yaşıyor. Zira çoğunluğu kadın onlarca insanı öldürmek onun takıntısından çok, normal hayatında da gösterdiği kişiliğinin yalnızca bir semptomu olarak göz önüne seriliyor.
Bret Easton Ellis’in aynı adlı romanından uyarlanan film, aslında Bateman’ın aşırılığı kadar, içinde bulunduğu toplumun da absürtlüğünü izleyiciye aktarmaya çalışıyor. Bu şekilde film, toksik erkeklik ve kapitalist düzen başta olmak üzere birçok sorunu abartılı dünyası içinde yansıtarak hicivli bir toplum eleştirisi sunuyor. Filmin dünyasının obsesifliği içinde Patrick Bateman’ın kendi takıntısı -tıpkı karakterin cinayet işleme alışkanlığı gibi- büyük çaresizliğin küçük belirtisi olarak dahiyane bir paralellikle anlatılıyor.
2- Black Swan (2010)
Mükemmele ulaşma takıntısını en iyi anlatan filmlerden biri Darren Aronofsky’den geliyor. Sık sık Satoshi Kon’un Perfect Blue filminden ilham aldığı söylense de Black Swan’daki deli dahi ve takıntılı sanatçı kalıpları aslında pek çok hikâyede karşımıza çıkan özelliklerdir. Bu filmi diğerlerinden ayıran ise izleyiciye karakterin iç dünyasını sunmadaki başarısı oluyor.
Filmin merkezinde Natalie Portman’ın unutulmaz performansıyla Oscar aldığı balerin Nina yer alıyor. Nina film boyunca çocuk veya yetişkin, başrol veya figüran, masum veya suçlu, iyi veya kötü rollerini oynamak zorunda kalıyor. Obsesif kişiliği, yalnızca kendisini mükemmel bir balerin olmaya zorlamasıyla sınırlı değil. Nina’nın takıntısı, kendisine biçilen, alkışlanacağı herhangi bir role kendini adayışı olurken trajedisi ise bu rolleri oynarken kendini kaybetmesi oluyor.
3- La piel que habito (2011)
Pedro Almodóvar’ın benzersiz filmi, izleyicisine bambaşka bir mükemmel anlayışı sunuyor. Filmde Antonio Banderas’ın canlandırdığı cerrah Robert Ledgard, yaratıcılığa ve mükemmelliğe sanat üzerinden değil, insan vücudu üzerinden ulaşmaya çalışıyor. Filmi, klasik bir bilim-kurgu yerine özgün bir psikolojik gerilim yapan ise, Ledgard’ın bu yaratıcı obsesyonunun kişiselliği oluyor.
Film, Ledgard’ın evine hapsedip kusursuz bir fiziğe ulaştırmaya çalıştığı Vera ile ilişkisini ve bir araya gelmelerine yol açan trajik geçmişlerini doğrusal olmayan anlatı ile sunuyor. Filmin kompleks anlatı yapısı, Ledgard’ın Vera’ya karşı takıntısının inanması güç boyutlarıyla daha da özgün bir seyir deneyimi haline geliyor. Böylece Almodóvar’ın filmi, izleyicisine obsesyonun vücut bulmuş halini sergiliyor.
4- Starry Eyes (2014)
Kevin Kölsch ve Dennis Widmeyer’ın filmi, manidar şekilde başroldeki Alex Essoa’nın sınırları zorlayan performansıyla öne çıkan bir yıldız doğuyor hikâyesidir. Filmde izleyiciye, oyuncu olmaya çalışan Sarah’nın kendini bir rol için kelimenin tam anlamıyla dönüştürme süreci sunuluyor. Filmin benzer konulara sahip onlarca yapımdan ayrılan noktası ise Sarah’nın takıntılı kişiliğinin kendisinin kontrolünde olmayan bir mükemmellik dönüşümüne yol açması oluyor.
Yıldız olma filmde aslında metaforik bir anlamda da kullanılıyor. Zira, Sarah’nın kendine zarar vermesi, bu şekilde dikkat çekmesi ve kabul edilebilmek için kendini kontrolü dışında ilerleyen ve ondan her şeyini talep eden bir sistemin içinde bulması feminist bir anlatı olarak görülebilir. İzleyicisini bu tür analizlere yöneltmesi, filmin derinliğinin ve çok boyutluluğunun bir göstergesi olarak dikkat çekiyor.
5- Birdman (or The Unexpected Virtue of Ignorance) (2014)
Günümüzün en önemli ve en yaratıcı yönetmenlerinden Alejandro González Iñárritu’nun nefessiz filmi şüphesiz sinema tarihinin en hırslı işlerinden biridir. Sanat ve medya ile ilgili filmlerde eleştirinin veya hicvin bulunması çok da şaşırtıcı değil. Fakat Iñárritu, teknik ve içeriği öylesine uyumlu kullanıyor ki mükemmellik takıntısı filmin dünyasının sınırlarını aşıyor.
Film, süper kahraman oynadığı günler geride kalmış, Michael Keaton‘ın canlandırdığı sıkıntılı aktör Riggan Thomson’ı merkezine alıyor. Riggan, gerçek sanat yapma amacıyla üstünde çalıştığı tiyatro oyununu ne pahasına olursa olsun mükemmelleştirmeye uğraşıyor. Iñárritu, Riggan’ın beyhude uğraşı üzerinden hem Hollywood’u, hem sinema medyumunu, hem entelektüel elitizmi, aslında sanatın ta kendisini masaya yatırıyor. Yönetmen, insanın gerçekliği yaşama arzusunun, gerek kameranın gözünün, gerekse toplumun bakışlarının altında obsesif bir çabaya dönüşümünü acımasız bir koşuşturma içinde yansıtıyor.
6- Whiplash (2014)
Damien Chazelle’in takıntılı sanatçı portresi, obsesyonun en apaçık bu nedenle en rahatsız edici temsillerinden birini sunuyor. Filmde, Miles Teller’ın Andrew Neiman’ı ile J.K. Simmons’ın Terrence Fletcher’ı, adeta birbirlerinin takıntılarını körüklemek için yarışıyor. Müzik öğrencisi Andrew’un kusursuz bir baterist olma mücadelesi ve Fletcher’ın onu mükemmelliğe ulaştırmak için her yola başvurmasıyla, iki karakter aslında birbirlerinin takıntıları haline geliyorlar.
Otoriter akıl hocası ve hırslı öğrenci sık görülen bir dinamik olsa da karakterlerin uğraşlarının fizikselliği, nispeten meşru bir takıntının dahi gidebileceği karanlık noktaları göz önüne seriyor. Black Swan ile birçok ortak noktaya sahip olsa da, Black Swan’ın metaforik ve sembolik anlatısı Whiplash’te yerini katıksız gerçekliğe bırakıyor. Bu özelliğiyle film, çok sinir bozucu ancak dahiyane bir yaklaşımla derdini anlatıyor.
7- Be My Cat: A Film for Anne (2015)
Adrian Țofei’nin kült olma yolunda ilerleyen filmi, obsesyonu en gerçek yansıtan yapımlardandır. Zira filmin kendisi, Adrian’ın Be My Cat filmini yapım sürecini ve bu süreçte filmi olabildiğince gerçekçi ve mükemmel hale getirmek için her şeyi yapmaya hazır, hatta aşırı hevesli, halini konu ediyor.
Büyük bir kısmı doğaçlama olan filmde, Adrian’ın takıntıları o kadar ileri noktalara o kadar gerçekçi şekillerde gidiyor ki, benzer konulu filmler arasında öne çıkmayı başarıyor. Her türlü teknik eksiğini kendi yararına kullanmayı çok iyi başaran film, Adrian’ın obsesyonunun ürünü olduğunu her fırsatta izleyiciye hatırlatıyor. Böylece, izleyiciyi karakterin suç ortağı gibi hissettirerek çok özgün bir seyir deneyimi sunuyor.
8- The Neon Demon (2016)
Nicolas Winding Fern’in ışıltılı filmi, takıntılı karakterlerden çok yarattığı dünya ile dikkat çekiyor. Filmdeki her karenin görsel kusursuzluğu, şiddetin estetiğinin izleyicide yarattığı huzursuzluğu bir üst seviyeye çıkarıyor. Elle Fanning’in Jesse’si gibi izleyici için de görsel mükemmelliğe yaklaştıkça tehlike katlanarak artıyor.
Filmin konusu ilk bakışta Jesse’nin model olma uğraşı gibi duruyor. Ancak filmdeki takıntılı olma hali Jesse’ye ait değil; Jesse’nin parçası olmak istediği dünyanın ona duyduğu açlık, çok kısa sürede karakterin kendi arzularını gölgeliyor. Film, mükemmelliğe yönelik doyumsuz takıntıyı akla gelen her sınırı aşarak anlatıyor.
9- Tár (2022)
Mükemmelliği konu edinen hikayeler arasında Todd Field’ın filmi ilginç bir konumda bulunuyor. Zira Tár’da mükemmelliğe ulaşmaktan ziyade, bunu muhafaza etme uğraşı izleyiciye aktarılıyor. Cate Blanchett’in muhteşem bir performansla hayat verdiği Lydia Tár, “her yol mübah” anlayışıyla ulaştığı görünürde mükemmel hayatındaki kaçınılmaz pürüzler karşısında giderek daha da çaresiz ve nevrotik bir hale bürünüyor.
Tár, aslında kompleks bir karakter analizi sunuyor. Filmde, çok başarılı bir orkestra şefi ve en önemli kadın bestecilerden biri olarak kabul edilen Lydia Tár, içinde yaşadığı dünyayı mükemmel analiz ediyor ve bu dünyanın ona karşı kullanabileceği bütün silahları kendisi kuşanıyor. Filmde izleyiciyi en çok sarsan ise obsesyonun sürdürülemezliğinin acımasız ve gerçekçi portresi oluyor.
10- The Menu (2022)
Mark Mylod’un obsesyon hikayesi, merkezine ünlü bir şef ve seçkin restoranına davet ettiği konukları alıyor. Filmde, Ralph Fiennes’ın ustalıkla canlandırdığı şef Julian Slowik’in mükemmelliğin yüzeysel ve yapay gösterişi içindeki çaresizliği izleyiciye anlatılıyor.
Anya Taylor-Joy ve Nicholas Hoult’un karakterlerinin başını çektiği geniş ansambl ile sanki yemeğiyle oynar gibi oynayan Slowik, kendisinin ve takıntısının gayet farkında olmasıyla birçok benzer karakterden ayrılıyor. Bu farkındalığın yükünü hem konuklarına, hem de izleyicilere fazlasıyla hissettiren karakterin, obsesyonuna ve bunu körükleyen topluma karşı eleştirel duruşu filmin en can alıcı özelliği olarak dikkat çekiyor.