Son yıllarda imzasını attığı The Witch (2015) ve The Lighthouse (2019) gibi gerilim-korku türündeki filmlerle adından söz ettiren Robert Eggers; son filmi Nosferatu ile seyirciyi şifreli, büyüleyici ve bir o kadar rahatsız edici bir yolculuğa çıkartıyor ve çeşitli kaynakları birleştirerek folklorik bir vampir hikayesi yaratıyor. Bu kaynakların en öne çıkanı kuşkusuz Dışavurumcu Alman sinemasının en ikonik örneklerinden biri olan Nosferatu filmi (F. W. Murnau, 1922). Diğeri Bram Stoker tarafından 1897’de kaleme alınan Drakula romanı. Bunlar dışında söz konusu romandan Francis Ford Coppola tarafından uyarlanan Drakula (Bram Stoker’s Dracula, 1992) filmine yapılan göndermelere de sıkça rastlamak mümkün Eggers’ın filminde.
Nosferatu, Almanya’nın Wisborg kasabasında emlak işi yapan Thomas Hutter’ın (Nicolas Hoult), çok varlıklı olduğu bilinen Kont Orlok (Bill Skarsgård) ile ticari anlaşma yapmak için Transilvanya’ya gitmesiyle başlıyor. Daha kasabaya ilk adımını attığı andan itibaren yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu anlayan Thomas, Orlok ile geçirdikleri ilk gecenin sonunda kendini içinde bulduğu dehşete tam anlamıyla vakıf oluyor. Bu sırada Thomas’ın karısı Ellen’ı (Lily-Rose Depp) takıntı haline getirmiş olan Kont Orlok, önce genç kadının rüyalarına girerek Thomas’ı resimden çıkartmaya çalışıyor, ardından Ellen’a gitmek için yola çıkıyor. Olayın farkında olan Thomas’ın da kendisini takip ederek Almanya’ya varmasıyla olaylar iyice karanlık bir hal alıyor. Van Helsing’i andıran, Profesör Albin Eberhart Von Franz rolüyle Willem Dafoe ise, vizyoner bir okülist olarak, insanların şehre gelen bu dehşetin büyüklüğünü kavramaları için insan üstü bir çaba sarf ediyor.

Bu film için, vampir hikayeleri arasında bir öze dönüş demek mümkün aslında. Bilindiği üzere, vampir teması, beyaz perdede oldukça revaçta bir motif. Ancak modern vampir filmlerinin çoğu diğer vampir filmlerinden esinlenerek yazıldığı için, son dönemlerde vampirizmin yumuşatılmış formları ile karşılaşıyoruz. ‘‘Vampir ama içinde bir yerde iyilik var’’, ‘‘bir noktada insanlığını hala koruyor’’ gibi yaklaşımları sıkça görüyoruz. Halbuki tarihi ve folklorik hikayelerde vampirler, saf kötülüğün tanımı olarak tasvir ediliyor. En nihayetinde, hayatta kalmak için kan içen varlıklardan söz ediyoruz. İşte bu noktada Eggers’ın, filmi tasarlarken tarihin derinliklerine daldığı, folklorik eseleri incelediği, 1922’de çekilen Nosferatu gibi orijinal versiyonlara saygı duyduğu, kısaca dersini iyi çalıştığı çok belli oluyor. Çünkü filmde Kont Orlok, etrafına sadece saf kötülük ve dehşet yayıyor, tıpkı olması gerektiği gibi.
Nosferatu, son dönemlerde gördüğüm en büyüleyici sinematografiye sahip. Film için tam anlamıyla bir görsel şölen demek abartı olmaz. Bu konudaki en büyük esin kaynağının ise Murnau’nun 1922 yapımı Alman Dışavurumcu başyapıtı Nosferatu olduğunu fark etmek zor değil. Filmin 2024 versiyonunda da güçlü ışık-kontrast kullanımından ve gölgelerden istifade ediliyor. Bunlar elbette sadece stilistik tercihler değil, filmin anlatısı için de büyük önem taşıyorlar. Sessiz film olan 1922 yapımı Nosferatu’da bu korkunç gölgeler, Orlok’un söze dökülmeyen gücünü temsil ediyordu; vampirin fiziksel saldırısını göstermektense, duvarlar boyunca uzanarak kurbanlarını ele geçirmesini tasvir ederek filme kendine has bir görsel derinlik katıyordu. Bu nedenle eğer daha önce izlemediyseniz bu film ile birlikte Murnau’nun Nosferatu’sunu da izlemenizi; hem teknolojinin yıllar içinde sinema sanatını nasıl değiştirdiğine şahit olmanız, hem de Eggers’ın referanslarını yakalamanız açısından tavsiye ederim. Orijinal film prömiyerini 1922 senesinde Berlin’de, I. Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri ve Weimar dönemi hala devam ederken yapmış ve Bram Stoker’ın Drakula kitabından uyarlanmıştı. Murnau kitabın telif haklarını alamadığı için bazı olayları değiştirmiş ve Drakula ismini kullanamamış olsa da, bu durum onu, Stoker’ın eşinin kendisini dava etmesinden kurtaramadı. Murnau davayı 1925’te kaybetti ve Alman mahkemesi, filmin tüm kopyalarının imha edilmesinde karar kıldı. Neyse ki filmin bir kopyası bu davadan önce ABD’ye gönderilmişti ve bu şekilde film günümüze ulaşabildi.

Tekrar günümüze dönecek olursak, Eggers, Kont Orlok’un fiziksel görünümünü yaratırken, Bram Stoker’ın da Drakula için ilham aldığı tarihsel figür Kazıklı Voyvoda’dan yola çıkmış demek mümkün. Bu aslında, sadece vampir mitine bir saygı duruşu olmaktan öte; Orlok’un etrafına korku yaymasının ve insanları birbirine düşürerek onlar arasında bölünmeler yaratmasının tasviri olarak işlev görüyor. 1922 yılında Murnau Orlok’u, yabancı istilası ve hastalık hakkındaki endişeleri yansıtan parazit bir “öteki” olarak tasvir edilmişti. Öte yandan, Werner Herzog’un 1979 yapımı Nosferatu yorumu, bu alegoriyi derinleştirerek Orlok’u burjuva düzeninin kırılganlığını ortaya çıkaran bir yıkıcı güç olarak sunmuştu. 2024 yılında ise Eggers, hem grotesk hem karizmatik bir vampir tasviri izletiyor seyirciye. Elbette bu noktada Bill Skarsgård’ın oyunculuğuna bir parantez açmakta fayda var. Kendisinin performansı bu ikiliği vurgulayarak vampiri, kontrolsüz gücün baştan çıkarıcılığını ve yıkıcı kuvvetini simgeleyen bir figür haline getiriyor. Her ne kadar Skarsgård gibi plastik makyajlarla kaplanmamış olsa da, Lily-Rose Depp de kendi tarzında hayli etkileyici bir performans sunuyor. Vücudunun neredeyse tüm uzuvlarını kullanarak, bükerek, titreyerek ve soğuk terler dökerek Orlok’un kötülüğünün ona nüfuz edişini somutlaştırıyor adeta. Willem Dafoe ise Shadow of the Vampire (E. Elias Merhige) filminde Nosferatu rolünü, hem esprili hem de ciddi bir şekilde yorumladığı bir performans sergileyerek 2001 yılında Oscar adaylığı almıştı. Profesör Albin Eberhart Von Franz ile bir adaylık daha gelir mi bilinmez ama usta oyununcun bu filmdeki rolünün de hakkını verdiği kesin.
Nosferatu aynı zamanda etkileyici bir tarih dersi vazifesi görüyor. Stoker romanını yazdığında, yani 1800lerin sonunda İngilizler, Doğu Avrupa’yı hala ürkütücü bir bilinmez olarak görüyordu. Bir diğer değişle, masaldan çıkmışcasına ormanları, devasa kurtları ve farklı kültürlere sahip halklarıyla; Batı Avrupa’nın büyük şehirlerinde yaşayanlar tarafından “öteki” olarak görülen bu bölge, hem merak hem de dehşet kaynağıydı. İşte tam da bu meseleyi, daha önce hiçbir vampir filmi bu kadar güçlü bir şekilde aktarmadı belki de. Eggers’ın Nosferatu’yu 1839 yılında Almanya’da geçirme kararı elbette tesadüf değil; I. Dünya Savaşı sonrası dönemde Almanya’daki salgın hastalıklar ve yabancı istilasının yarattığı kaygıları simgeleyen bir tercih aslında. İşte tam da bu nedenle yabancı, bilinmez ve tehlikeli olan Orlok’un Almanya’ya gelişi, aynı zamanda vebanın ve karanlığın da ülkeyi ele geçirmesiyle ilişkili.

Uzun lafın kısası, hem teknik hem görsel açıdan Nosferatu, olağanüstü bir başarı. Renkler, ışık, gölgeler ve efektler o kadar ustalıkla kullanılmış ki; rüzgar, yağmur ve karanlık adeta Orlok’un emirlerini yerine getiriyor gibi hissetmek mümkün bir noktadan sonra. Film, en modern sinema teknolojileriyle yapılmış olmasına rağmen, hala sanki başka bir yüzyıldan kalmış bir eser gibi hissettirmeyi başarıyor ve sinema sanatının inceliklerini seyirciye tekrar hatırlatıyor. Şunu da söylemek gerekiyor ki, günümüzde alışılagelen vampir hikayelerine göre çok daha farklı bir vampir tasviri çizdiği için Nosferatu, herkesin seveceği türden bir film değil. Ancak antik vampir mitlerine merakı olan herkesin son derece keyif alarak izleyeceğini düşündüğüm bir yapım.
Nosferatu 3 Ocak’tan itibaren sinemalarda izlenebilir…