Bu yazıda siyasal iletişim ve kültürel çalışmalar alanlarının kesişim noktaları olan televizyon ve siyasetçi performanslarını ele alacağız. Bilginin dağıtımı, imaj yaratımı ve skandallar başlıklarını, güncel siyasi tartışmalara girmeyerek bir Nick Cave and the Bad Seeds örneğiyle inceleyeceğiz.
Bilginin Dağıtımı
Şarkı sözlerinde kurgu hikayeler yazması ve bu hikayelerden bir evren oluşturmasıyla ünlü, 1984’ten günümüze kendine çok özel bir yer edinen şarkıcı ve söz yazarı Nick Cave, geçtiğimiz yaz ağustos ayında “Nick Cave: Alone in the Alexandra Palace” isimli bir online canlı konser verdi. Hayranlarıyla samimi olarak mektuplaştığı ve ilk elden iletişimde geçtiği blog sitesi The Red Hand Files’da konser sırasında kullandığı büyük piyanoyu nasıl bulduğunun sorulması üzerine Nick Cave piyanoya hayran kaldığını, kendisinin yıllardır bir “Çin malı” piyano kullandığını söyledi. Bunun üzerine menajeriyle görüşen Cave, menajerinden Fazioli marka bu özel üretim piyanoyu ücretsiz olarak temin edip edemeyeceğini sordu. Piyanonun fiyatı 200 bin dolardan fazlaydı. Sanatçıların markalarla anlaşıp, o markaların yazılı tişörtlerini, çeşitli ürünlerini konserlerde ve fotoğraflarda paylaştıklarını ve karşılığında bedavaya müzik aletleri edindiklerini anlatan Cave, daha önce prensip olarak hiç böyle bir şey yapmadığını da sözlerine ekliyordu. Gerçekten de Nick Cave konserlerinde kullanılan piyanonun -muhtemelen- Yamaha marka olmasına rağmen markasını gösteren kısmı oraya bant ile iliştirilen ve şarkı sözlerinin olduğu bir yazıyla kapalıdır. Hikâyenin devamında, menajerinin Fazioli yöneticileriyle iletişime geçmeye çalıştığını ancak pek de anlaşamadığını söylüyordu. Hikayeye göre, Fazioli markasının İtalyan yöneticileri Nick Cave’i tanımamış, Cave’in menajeriyle de İngilizce anlaşamamışlardı. Böylece Nick Cave, espirili bir dille hüsrana uğradığını söylüyordu. Bu blog yazısından birkaç gün sonra, hayranlarının Fazioli markasını mesaj yağmuruna tutmasıyla Nick Cave bloğundan zorunlu bir açıklama yaparak, anlattığı hikâyenin olayın yalın hali olmadığını, kendisinin espirili bir şekilde hikâyeleştirdiğini söylüyor ve hayranlarından özür diliyordu.
Bilginin dağıtımı, gerçekliklerin ortak bir şekilde toplum tarafından inşa edilmesini sağlar. Politikanın üzerinde anlaşılan gerçekliği ise bu bilgi dağıtımının sonucunda insanların karşılıklı olarak elde ettikleri bilgiyi yorumlamasıdır. Bilginin dağıtılış şekli ise bilginin nasıl ele alındığını etkiler, bizim örneklerimizde ise bilginin yerini tamamen imaja bıraktığını görüyoruz. Öncelikle Cave, bir halkla ilişkiler yöntemi olarak başka bir aracı kullanmadan hayranlarıyla buluştuğunu açıklamış, bunu medyanın eline bırakmadan yapmayı tercih ettiğini, insanlara verilecek imajın doğrudan kendince şekillenmesini istediğini belirtmişti. Red Right Hand Files’da yazdığı bu kurgu-gerçek karışımı hikâyede bir sanatçının, hiç ihtiyacı olmadığı sırada kitlesiyle bir yaratı üzerinden iletişime geçtiğini gördük. Cave’in yarattığı kitlesel imaj ve onun yaratı alışkanlığı, “samimi” bir şekilde kurduğu iletişimle iç içe geçti. Cave, hayranlarına bir hikâye uydurdu ve aslına bakarsanız, Cave’in sürekli yaratı arayışında olması bir sanatçı için hem koruyucu hem de geliştirici bir özellik. Ne olursa olsun, iletişime geçtiğiniz kişi, onun yalın kişiliği değil; kendisini dönüştürmüş olduğu bir imaj. Fakat, iletişime geçtiğiniz kişinin bir insandan “öte” bir imaj olması sizi daha çok heyecanlandırıyor. Bu anlatıdan yola çıkarak, Televizyonlarda politikacıların konuk oldukları birebir röportaj formatını ele alalım. Herhangi bir politikacının ne düşündüğünü bilmemiz tamamen bilginin dağıtımına bağlıdır. Politik bilgiyi bilmek için elimizdeki tek kaynak basındır. Basın, imajlardan, bu imajların yapacağı kâr marjından ve onların yeniden üretiminden müteşekkildir. Bir basın kuruluşunun muradı pazarladığı imajın, söylemin, belgenin dikkat çekmesi, izleyicilerden geri dönüş almasıdır.
Bildiklerimiz, politikacıların basına verdiği, basının eriştiği ya da basına bilinçli olarak verilen imajlardır. Dahası, politikacıların bilmemizi istedikleri birer imajlar topluluğudur. Siyaset felsefesinin temel metinlerinden biri olan Machiavelli’nin Prens’inde, siyasetin toplumsal ahlak kurallarından azade olduğunu, iktidarı elde etmek ve gücünü arttırmak için her yolun mübah olduğu ön kabulü vardır. Siyaset, kaynakların ve gücün kimin elinde olacağı oyunudur. Gerçek acıları ve sorunları yaşayan insanların karşısına bir imaj olarak çıkmak, insanları pasifleştirirken, siyasetçilerin kişisel çıkarlarını örter. Bazen bir grup olarak, bazen de bireysel olarak siyasetçiler tıpkı Nick Cave gibi yöntemler izlerler. Kendi imajlarını kendileri yaratmaları her zaman mümkün olmayacağı için, medya kurumlarını satın alabilir ya da basın mensuplarıyla iyi ilişkiler kurabilirler. Tüm bunlar, bir rock yıldızı yaratmanın koşullarındandır. Bir şeyleri gerçekten yaşamanız gerekmez, önemli olan Nick Cave’in anlattığı hikâye kadar inandırıcı ve harekete geçirici olmaktır ki Nick Cave’in kimseyi harekete geçirme amacı yoktu.
Siyasetçilerin konuk olduğu ve son zamanlarda yeniden popülerleşen bire bir röportaj programları bilginin dağıtımının en iyi örneklerindendir. Birebir konuk olunan programlarda program yapımcısının vaadi konuk alınacak kişinin farklı yönlerinin, siyaset dışı yönlerinin insanlara aktarılmasıdır. Bu programlarda sunucu ile konuk tartışmazlar, konuk kendi imajını çok daha iyi bir hâlde sunma fırsatı yakalar. Çünkü kendi hayatı ve işi hakkında tüm sorulara verilecek cevapları ve anlatacak hikayeleri vardır. Her ne kadar izleyicilerden soru da alınsad da tıpkı Cave’in Fazioli hikâyesi gibi izleyici konuğu onaylamaya yönlendirilir ve izleyicinin bir nevi büyülenmesi talep edilir. İzleyici baştan çıkarılmalıdır, bu tip programlar için en şiirsel konuşabilen, en ahlakilik vurgusu yapan siyasetçiler bulundukları gruplarca ekran yüzü olarak belirlenir. Böylece kişilerin kendi hikayeleriyle siyasi söylemleri arasındaki bağ, izleyiciye verecekleri olumlu “ahlaki” imajla bütünleşir. Bu yüzden izleyiciler için bu tip programlardan elde edilecek şey bilgi değil, olumlu imajlardır.
İmajların Yerini Gerçeğe Bırakması
Bu basit hikâyede, ömrünü hikâye ve sanat eseri yaratarak geçiren Nick Cave’in 2014 yılında çıkan “20.000 Days On Earth” adlı belgeselinden bize aktardıklarını hatırlıyoruz: “Bir rock yıldızıyım ve ömrüm boyunca sahnede yarattığım kişilik var, bu bir maske. Fakat bu maskenin arkasında ne var diye sorarsanız, aslında hiçbir şey yok.” 63 yaşına basan Nick Cave, neredeyse ömrü boyunca sahnede bir vitrin yaratıp, hayatını da bu vitrindeki bir performansa çevirmeyi başardı. Birçok sanatçı için çok zor olan bu işi, kendine has Retro giyim tarzı, kendine has şarkıları ve sürekli kendini yenileyen albümleriyle süsledi. Müzik kalitesi ve şarkı sözlerinde hikâye anlatmanın bu denli zor olmasına rağmen, Nick Cave kendi kurduğu dünyada dolaşmanın keyfini anlatıyor, tanrıya inanmasa da kendi daktilosunun başına geçtiğinde yazdığı şarkılardaki tanrının kendisi olduğunu ima ediyordu. Dinden, vahşetten, bazen felsefeden ve kurgudan beslendiği şarkılarının gerçekle farkını açıklarken hikayelerin mutlaka bir tanrısı olduğunu, gerçek hayatta ise buna inanmadığını söylüyordu. Yaratıya, illüzyona ve performansa bu kadar odaklı olan sanatçının anlattığı hikayelerde kurgu oluşturması, çektiği otobiyografik belgesine de yansımıştı. Belgeselin galasından sonra verdiği bir söyleşide belgeseldeki terapist sahnesinin kurgusunda beraber çalışılan kişinin bir psikanalizci olması dolayısıyla çok da zorluk çekmediklerini, sahnenin tek seferde çekildiğini ve zor olduğunu anlatmıştı. Cave’in şarkıları dışında kendi hayatını anlattığı işlerde sahneleri ve senaryoyu kurguyla oluşturması medya ve gerçeklik üzerine çalışanlar için oldukça verimli örnekler olabilir.
Nick Cave’in TV imgelerinin patlamasıyla ve aniden gerçekliğe bürünmesiyle birlikte insanlara kıyameti yaşattığını anlattığı, bir post-apokoliptik şarkısı da var: Higgs Boson Blues. Bu şarkıda, tanrı parçacığının patladığını ve popüler kültür ürünü olan, her gün televizyonda yeniden üretilen imgelerin fiziki gerçekliğe bürünüp -ya da insanların tamamen imgesel bir boyuta geçip- kıyameti getirdiğini anlatıyor. Şarkının içerisinde, şarkının durulduğu bir anda Miley Cyrus’u ve Hannah Montana’yı arka arkaya anar. Oldukça garip ve bağlamsız gözüken bu şarkı sözlerini yazmasının sebebi ise Miley Cyrus’ın canlandırdığı, bir bakıma simüle ettiği Disney dizisi kahramanı Hannah Montana’nın bir Afrika’ya gitmesiydi. Bu Cave’e şüphesiz ilginç gelmişti, çünkü Miley Cyrus Hannah Montana olarak bilinirken Afrika’ya aslında hiç gitmiyor, sette üretilen bir Afrika canlandırması ve Miley Cyrus’un rol sırasında kimlik krizi yaşadığı Hannah Montana’nın hayali gerçekle iç içe geçiyordu. Kimlik krizi hatırlatması, şarkı ve simülasyon için oldukça kıymetliydi: Miley Cyrus kendisini, canlandırdığı (simüle ettiği) dijital kurguda kaybetmiş, bir imge ile, televizyon ürünüyle (simülakr) kendini karıştırmıştı. Daha sonra da Batı sömürüsünün dini kisveye bürünmesi ve bunu tamamen bir imaj olarak satmasını eleştiriyordu. Tüm bunlar, Jean Baudrillard’ın simülasyon ve simülakrlar[1] adlı çalışmasında otantikliğin ve gerçekliğin kayboluşunu anlattığı teorisinin yansımaları. Şarkıda bir televizyon simülasyonunda kaybolan bir bilim adamı kıyameti yaşıyor ve bize bunu anlatıyor. Ortada gerçeğe dair hiçbir şey yok, bütün şarkı bir popüler kültür fetişizmi gibi bizlere sunuluyor. Şarkıda Miley Cyrus’un ve Hannah Montana’nın değişken bir şekilde önümüze birden çıkması da bu yüzden. Nick Cave, şarkıda bizlere hiper-gerçeklik olarak adlandırılan tüm bu süreçten açığa çıkan varoluşsal krizi aktarıyor[2].
İmajların gerçeklerle karıştığı, insanların gerçekleri “tıpkı şu animasyondaki gibi”, “tıpkı şu şarkıcının ilişkisindeki gibi” diye tanımlamaları, kişilerin gerçek ilişkileriyle simüle edilen ilişkileri ayırt edemediğini, yaratılışı gereği gerçeğin yerine geçen imajların kendi istedikleri gibi algılandığını açığa çıkarır. Tıpkı Cave’in yarattığı Rock yıldızının gerçeklikle iç içe geçmesi ve Cave’in hayranları üzerindeki imajını gerçek ve yaratıyla kendi şekillendirmesi gibi, politikacılar da benzer halkla ilişkiler yöntemleri izler. Seçim zamanları halk tarafından performansları değerlendirilir, onlara “gönül verilir.” Aslında gönül verilen şey, bir televizyon dizisi karakterinin izleyicilerin gönlünü almasından farklısı değildir. Çok sevdiğiniz bir dizi karakterinin yasalara aykırı gelmemesini istersiniz, her şeyi mükemmel yapmasını ve kendi içinizde inandığınız tarihi imajlara sahip çıkmasını beklersiniz. Bir izleyici için Diriliş Ertuğrul dizisinde ana karakterin alkolle eğlenmesi beklenilmez, istenilmez, çünkü izleyici tarafından talep edilen ideal imaja sadık kalınarak diziye izleyici çekilmelidir. Cave’in şarkısındaki kıyametvari bir ortam sunumu politikacılar için de geçerlidir. Kıyametvari olan tek şey ortada bir gerçeklik kalmamasıyken, korku yaratma siyaseti politikacıların olumlu davranışlar sergileme ve kahraman olma talepleri oluşturmaları için zemin hazırlar. Şov dünyası, politikacıları kapsamaz sanılırken, tam aksine, politika korku ve beklentinin şov ile yaratıldığı bir gösteri dünyasına dönüşür.[3]
Televizyonlarda her akşam gerçekleşen tartışma programlarında performansları ve onların sarf ettiği “skandal” sözleri, “skandal” olarak yine haber sitelerinin paylaştığı haberleri görürüz. “Skandal”lar sunuluşları gereği ortada büyük bir olay olduğunu söyler: Bir şeyler “hepimizin bildiğinin ve beklediğinin” aksine gerçekleşmiştir. Eğer Ertuğrul karakteri dini ögelere hakaret ederse ertesi gün haberlere bir “skandal” olarak yansır. Birçok kez herhangi bir siyasetçiden ya da diziden “skandal” sözler ya da sahneler başlıklı haberler görürüz. Aslında bir şeyin skandal olması için gereken tek koşul onun skandal olarak halka sunulmasıdır. Skandallar başarılı olursa bütün dikkatler bu olaya ve bu olayın asla üzerinde herkesin anlaşamadığı ahlaki boyutlarına odaklanır. Tüm dikkatler skandal bir imaja odaklanır ve bunun dışında insanlara ortadaki her şeyin gerçek olduğunu, bir tek skandalın insanları kandırdığı mesajı verilir. Böylece ortada gerçeklerle değil, imajlarla yaşayan bir izleyici kitlesinin bütün günahları skandala yüklemesi sağlanır. Dolayısıyla medya skandallarla beslenir ve bilginin dağıtımındaki defolar, kameraların ardındaki Makyavelyan, pragmatist insanların yaşadığı gerçeklikler skandallar sayesinde örtülür. Skandallar acilen önlem alınması gereken konulardır ve toplumun bir aradalığına karşı bir saldırı olarak adlandırılır[4]. Başarılı skandallar acilen siyasi boyutta ele alınır ve skandala karşı en sert önlemi alacak olan siyasetçi, halkın “koruyucusu” olur.
Anlatılanlar ışığında, izleyicilerin takip ettikleri “televizyon siyaseti” olarak adlandırabileceğimiz şey, Platon’un mağarasına benzer. Platon’un mağara alegorisine göre,[5] insanların şu anki hayatları bir mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin dünyasıdır. Ona göre gerçek var oluş, “ideler” dünyası olan bu yansımaların bedenleridir. Ancak bizim örneklerimizle aradaki farkı Jean Baudrillard ortaya koyar: Bu mağarada etten ve kemikten hiçbir şey yoktur. Televizyonlardaki siyaset arenası bir mağaranın içerisindedir, ve halk duvardaki gölgelerle haşır neşirdir, ancak bu gölgeler hiçbir bedenin yansıması değil, ancak başka gölgelerin yansımalarıdır[6]. Bu siyaset izleyicilerine elle tutulur -etten ve kemikten- hiçbir çözüm ve gerçeklik sunmayacaktır. Bu sistem kendisini makyevalyan bir şekilde sürdürmeye devam edecektir. Dolaysıyla siyaset tartışma programlarıyla veya siyasetçilerin sık takip edilmesiyle dizi karakterlerinin ya da rock yıldızlarının takip edilmesi arasında büyük farklar yoktur. Lütfen yazının altına eklediğimiz parçayı, keyifle dinleyiniz:
Kaynakça
[1] Jean Baudrillard, “Simulacra and Simulation,” (University of Michigan Press., 1994).
[2] Danielle DeRise, “Nick Cave Predicts the End of Western Civilization,” Pop Matters, 10/10/2016, https://www.popmatters.com/nick-cave-predicts-the-end-of-western-civilization-2495412521.html.
[3] Brett Nicholls, “Baudrillard in a ‘Post-truth’World: Groundwork for a Critique of the Rise of Trump,” MEDIANZ: Media Studies Journal of Aotearoa New Zealand (2016).
[4] Barry Buzan et al., Security: A new framework for analysis (Lynne Rienner Publishers, 1998).
[5] Sitemizde Asiye Yüce tarafından yazılan Truman Show ve Platon’un Mağara Alegorisi yazısına dönelim: “Alegoride bir tutsak doğumlarından itibaren bir mağaraya kapatılmışlar ve sırtları mağaranın girişine dönük kafalarını çeviremiyorlar. Dış dünya hakkında bilgileri yok. Fakat bazen mağaranın kapısından geçen insanlar ve başka şeyler mağaranın duvarlarında gölge ve yankı oluşmasına sebep oluyor. Tutsaklar da bu illüzyonların gerçek olduklarına inanarak adlandırıyor ve kategorize ediyorlar. Birdenbire bir tutsak serbest bırakılıyor ve ilk kez dışarı çıkıyor. Işık gözlerini acıtıyor ve yeni ortamı karışık buluyor. Etrafındakilerin gerçek olduğu ve gölgelerin de yalnızca yansımalar olduğu söylendiğinde buna inanamıyor.” Yazının linki: https://www.soylentidergi.com/the-truman-show-ve-platonun-magara-alegorisi/
[6] Jean Baudrillard, Why Hasn’t Everything Already Disappeared?, trans. Chris Turner (New York: Seagull Books, 2009).