Şeyh Galip şiirinde “neşe-i gülşende bülbül, safada bahar, gam ki zıdd-ı hüsn olur, belki baharda var” der. Anlamışsınızdır ama yine de tozunu alalım. “Bülbül, gül bahçesinde neşe içindedir, bahar ise huzur getirir. Ama güzelliğin zıddı olan keder, belki bahar mevsiminde bile vardır.” Şair, gül bahçesindeki bülbülü görmeseydi, baharı izlemeseydi ve kederi bilmeseydi bu anlamlı dizeleri yazamazdı. Okur da okuduğunu doğru anlayamaz, “bülbülün mutluluğunu baharın huzuruyla, baharın huzurunu kederin varlığıyla nasıl da güzel ilişkilendirmiş” diyemezdi. Kaçımız baharın gelişinin, bülbülün ötüşünün farkındayız? Bahçelerde açan güllerin güzelliği, doğanın neşesi kaçımızın umurunda? Öyle kopmuşuz ki; bülbül mü şakır, gül mü açar, bahar mı gelir, neşe mi doğar, artık ne gam ne de neşeden haberimiz var.
Sözname

Kaybolan hissin izini sürebilmek ve ondan haberdar olabilmek için sözün geçmişine gidelim. İnsana, gündeliğin sisini aralayarak kendisini mutlu eden şeylere karşı içten bir yakınlık duyuran ve çevresiyle olumlu duygusal bağlar kurduran, ruhunu hafifleten o aydınlık hal olarak tanımlanan neşe, vaktiyle Osmanlı’nın en parlak dönemlerinden birinde, İstanbul’un dar sokaklarında, baharat kokulu hanlarında ve şiirle yankılanan tekkelerinde dilden dile anlatılan bir hikâyeye uzatır köklerini. Meşhur Divan şairi Şeyh Galip, bir bahar akşamı Galata Mevlevihanesi’nin arka avlusunda dostlarıyla bir araya geldiği sohbette, “neşedir aşiyanesi dilin sinede pinhan, serab-ı zahiri ab sanan olur nadan” der. Tozunu alacak olursak, “neşe, gönlün derinliklerinde saklıdır; onu dışarıda arayan, serabı su sanandan farksızdır.” Şairin bu zarif sözü mecliste yankılanırken bir soru belirir, “kimine göre neşe gökte dolaşan bir meltemdir, kimine göre kalpte gizlenen bir sır. Peki neşe kelimesi nereden doğar, nereye varır?”
Sualin üzerine Şeyh Galip, küçük bir kağıt parçasını eline alır, mürekkebe batırdığı kamış kalemiyle ve zarif bir hatla; içten dışa yönelen hareketin ve varoluşun hafifliği, ruhun diri hali anlamlarına gelen naşat (نشاط) yazar. Bu kelime, canlılık, hareketlilik, uyanış anlamlarına gelen Arapça nashita (نشط) fiilinden türemiştir. Fiilin kökeni ise n-sh-t (ن ش ط) harflerine dayanır. Osmanlıca telaffuzda yumuşaklığa bürünen bu harfler, hem ses hem de anlam bakımından sadeleşerek halkın söyleyişine neşe olarak yerleşir.

Kelimenin kökenine inen bu yolculuk, bir başka kelimeye de seslenir. Şeyh Galip, elindeki kamış kalemini bir neşter gibi kullanarak az önce yazdığı kelimenin üzerine bir kesik atar. Kağıt ikiye yarılır; bu kesik yalnızca yüzeyin değil kelimenin de içini açar. Kesmek, yarıp açmak anlamlarına gelen neşter kelimesi; delmek, ayırmak anlamlarına gelen neşt (نشت) fiilinin kökünden olma; alet, araç anlamlarına gelen ter (تر) ekinden doğmadır. Bu sebeple hekimlerin cerrahi kesiler için kullandıkları bıçaklara verilmiş bir isimdir. Birbirinden ayrı anlamlar taşır gibi görünseler de neşe ve neşter kelimeleri arasında dilin ilginç oyunlarına dayanan bir bağlantı vardır. Her ikisi de açma eylemini içerir; biri somut diğeri soyut bir manada gerçekleşir. Söz bazen dallanır fakat anlamda tek bir köke bağlanır. Şeyh Galip kestiği kağıdın bir parçasını avludaki kuyuya, diğer parçasını ise gökyüzüne savurur. Kağıdın biri düşerken ağırlaşır, öteki yükselirken hafifler.
Neşe kelimesinin kuyudaki parçası, durgun ve bulanık bir suya; göğe çıkan parçası ise serin bir bahar rüzgarına karıştığı esnada meclisin üzerine bir başka kelimenin gölgesi çöker: keder. Bulanıklık, kasvet anlamlarına gelen kidr (كدر) ve kıymet, kader, değer anlamlarına gelen kadr (قدر) fiilinden türeyen, ruhu yorarken yücelten o yoğun hal. Bu anlam ikiliğinden esen gölgenin rüzgarıyla, gökyüzündeki kağıt parçası bir gül ağacının dibine konar. Şeyh Galip, kuyudan biraz su çeker ve o suyu, ağacın köklerine döker. Suyun beslediği gül ağacının çiçek açmış dalına öteki dalın gölge düşürdüğünü fark eden şair, aynı kökte birleşen iki kağıt parçasına bakan insanlara dönerek “gül açmaz ta ki gölge düşmeye, su durulmaz ta ki yağmur inmeye. Rüzgar esmeyi versin, yön gizlenir; keder çekmeyen bilmez neşeyi” der. Tozunu almadan geçmeyelim, “gölge olmadan gül solar; yağmur yağmadan su bulanır; rüzgar esmeden yön bilinmez; keder dinmeden de neşe hissedilir.” Ve işte o anda, oradakiler fark eder ki insanın idraki, ancak zıddıyla tamamlanan özle; zamanın içinde, birlik halinde şekillenir.
Neşe

Bu sırra işaret eden İslam filozofu İbn Haldun, zamanın ölçüsünün dış dünyanın ritminde değil insanın kalbinde olduğunu vurgular; “beklediğinde yavaşlar; geciktiğinde hızlanır; üzüldüğünde can yakar, mutlu olduğunda kısalır. Sıkıldığında uzar; acı çektiğindeyse ağırlaşır” der. İnsanın içsel algısına göre anlamlandırdığı zamanı, duygularını derinden etkileyen meselelerin karmaşasıyla şekilleniyorsa eğer yaşamının tadını çıkardığı neşeli anlarında bu karmaşadan sıyrılarak hafifler, sınırlarından bağımsız bir huzur hisseder. Ne var ki, bu huzur kederle örülmüşse anlam bulur. Şeyh Galip’in dediği gibi, neşenin anlaşılırlığı ancak kederin varlığı ile mümkün olur. Keza, Şeyh Galip’in doğumundan seksen yıl önce vefat etmiş olan Hollandalı filozof Spinoza, “etkin bir zihinde hüzün bulunmaz” der. Ona göre, zihnin ve bedenin birlikte deneyimlediği iki temel duygu vardır: neşe ve keder. Bir madalyonun iki yüzü gibi olan bu duygular, dış dünyadaki olaylara verdiğimiz tepkilerden doğar. Güzel bir haber duyunca neşelenir, kötü bir haber işitince kederlenir; fakat bu kederli tarafla nasıl başa çıkabilir?
Spinoza henüz on sekiz yaşındayken, hayatını kaybeden Fransız filozof Descartes, ölümünden önceki son yedi yılını, zihin ve beden ayrımı görüşünün sorgulandığı bir mektup alması üzerine bu sorunun cevabını arayarak geçirmiştir. Mektubu gönderen Bohemya Kralı V. Friedrich‘in kızı Prenses Elisabeth’tir. Prensesin merakı üzerine Descartes’in tabiriyle entelektüel partneri ile mektuplaşmaya başlarlar. Bu sohbet, Descartes’ın son yazması olan Ruhun Tutkuları adlı eserinin ilham kaynağı olur. Fransız filozofa göre, Pasyon olarak adlandırdığı zihinsel durumlar, bedenden ruha ruhtan bedene yayılan düalist etkileşimler yaratır ve bu etkileşimler altı temel duyguya ayrılır: hayranlık, sevgi, nefret, arzu, neşe ve keder.

Spinoza duyduğu hayranlığa rağmen Descartes’ın zihin ve beden ayrımını savunan düalizm görüşünü reddeder, zihnin ve bedenin bir bütün olduğunu savunan monizm görüşünü ileri sürer. Aynı dönemin düşünürleri olan Spinoza ile Descartes’i ayıran ancak aralarındaki yüz doksan yıllık zamana, coğrafi uzaklığa ve inanç farklılığına rağmen Spinoza ile İbn Haldun’u buluşturan düşünceye, “asırlar boyu her dilde yeniden doğan bir ruh misali, karanlık ardından gelen nur gibi, kederden neşeye geçiştir bir hali” der Şeyh Galip. Tozunu almakta fayda var, “asırlar boyunca uzak kültürlerde farklı dillerde tekrar dirilen bir ruh gibi, karanlığın ardından gelen bir aydınlık gibi, insanın kederden neşeye geçişi.”
Anlaşılan o ki, Şeyh Galip’in Farsça kökenli Osmanlı Türkçesinde; saray bahçelerinde yankılanan bir kahkaha gibi “şād” fiilinin kökünden yükselen şadi (شاد), İbn Haldun’un Arapçasında derin bir gönül ferahlığı olarak “serr” fiilinin kökünden esen serur (سَرُور), Spinoza’nın Latincesinde yaşama sevincinin bir tezahürü anlamında “laetus” fiilinin kökünden doğan laetitia, Descartes’ın Fransızcasında ise zarif bir mutluluk nağmesinin hafifliği gibi “gaudium” fiilinin kökünden seslenen joie kelimeleri ile ifade edilen neşenin etimolojisi her dilde aynı melodiyle fakat farklı sözcüklerle yankılanır.
Keder

Bu yankı, Rumî’nin, “iyinin ve kötünün ortasında bir yer var seninle orada buluşacağız” dediği yerde duyulur. İki karşıt duygunun tam ortasında ruhumuzun her ikisinden de yorulup dinlendiği bir yer vardır sanki. Belki de bu yer Mevlana için ona atfedilen Rumî lakabında gizlidir. Rum sözcüğü, Orta Çağ’da Anadolu’da yaşayan Roma İmparatorluğu’nun doğu bölgesini ifade etmektedir. Rumî ise bu topraklarından gelen, Roma’ya ait olan ve Rum diyarının hatırasını simgeleyen bir lakap olarak farklı kültürlerin ve inançların buluşma noktası Anadolu’yu temsil eder. Tıpkı iyilikle kötülüğün birleştiği, neşe ile kederin dengede buluştuğu bir ruh hâli gibi. Bu kadim topraklardan Ege’nin mavi sularına kadar uzanan Rumi’nin Rumcasında Şems’in parıltısı sanki hara (χαρά) , yoksunluğunun sancısı ise lypi (λύπη) ile anılır. Neşe ve kederi ifade eden bu sözcükler, insanın zıtlıklar arasındaki harmoni arayışını simgeler.
Görünen o ki, Rumca’da keder anlamına gelen lypi (λύπη), kaybın hissini taşır; bu his İbn Haldun’un Arapçasında hüzn olarak derin bir sızıya dönüşür. Hüzn’ün ağırlığı, Descartes’ın Fransızcasında tristesse ile bedeni ve zihni karartan bir gölgeye bürünür. Gölgenin yarattığı karanlık, Spinoza’nın Latincesinde tristitia sayesinde duygusal yorgunluğa evrilir ve bu evrim, Şeyh Galip’in Farsça kökenli Osmanlı Türkçesinde aydınlığın doğumundan önceki karanlık misali gam olarak dile gelir.
Elalem Ne Der

Öyle ki, Şeyh Galip “gam çekmeyen aşık olmaz, aşksız gönül mana bilmez; gam, aşkın sırrıdır, lezzeti onda saklıdır” der. Tozunu almak gerekirse, “kedersiz aşık olmaz, aşık olmayan kalp anlamını bulamaz, keder anlamın anahtarı, anahtarın yeri de kalbin derinliklerinde saklı”. Şair, gamı bir keder hali olarak görmekle yetinmez, insanın ilahi aşka ulaşmasını sağlayan bir ışık yaydığını da dile getirir. Ne var ki, insanın bu içsel kavuşmasını engellemeye çalışan dost görünümlülerin sahte nezaketini anlatan bir deyim vardır Farsça’da, Pamukla baş kesmek. Pamukla baş kesenin dili tatlı, sözü nazlı, niyeti bambaşkadır. Niyetinin başkalığı bilinen için Anadolu’da geç geçenden denir, seni görmeyeni sende görme. Türk halk hikâyelerinde, görünmeyen gerçeğin ardından şaşkın kalanlara ise hayret etmeden hayran olunmaz, der eskiler. İnsanı kalabalıktan ayıran hayreti, hayret ettikçe de hayran oluşudur. Platon da hayreti; felsefenin temeli, filozofun ilk hedefi olarak görür. Dilimize İbn Haldun’un Arapçası’ndan katılan hayret ve hayran sözcükleri aynı kökün dallarıdır; biri ruhun sorularını büyütürken diğeri cevapların güzelliğini kucaklar.
Kaybolan hissin hayretiyle sorduğumuz soruya, geçmişin cevabında duyduğumuz hayranlıkla, şimdi sözün bugününe gelelim. Ötekinden aldığı destek ile kendini gerçekleştiren insanın, bir başkasının dış dünyasını kendi iç dünyasıyla kıyaslamaya başladığı an, neşe artık paylaşılacak bir sevinç değil gösterilecek bir başarının görgüsüzlüğü haline gelir; kederse yok sayılacak, gizlenecek bir başarısızlığın zayıflığı olarak görülür. Ne hissederse hissetsin dışa vuranın hesabını elaleme veren insanın, neşesinin kederi nihayetinde elalemin eserine dönüşür. Zira bu karmaşa içinde kaybolmuşken kederi bilen neşeyi diler, neşeyi bulan kederin izini sürer, kaybolanı dert eder, ona da hiçlik der. Oysa, kültürümüzün yolu Türk Şair Karacaoğlan’ın “dünya senden olmayanla hoştur” sözü üzerinedir. Sözün özü; üç selam, beş hoşbeş, iki gönül alma, bir gülümseme, dünyanın neşesi bu işte.
Kaynakça
Şeyh Galip. Hüsn ü Aşk. Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006.
Spinoza, Benedictus de. Ethica. Çev. Çiğdem Dürüşken, Alfa Yayınları, 2014.
Descartes, René. Les Passions De L’âme [Ruhun Tutkuları]. Çev. Mehmet Erşen, Hasan Âli Yücel Klasikleri, 2020.
Arslan, Ahmet. İbn Haldun. Alfa Yayınları, 2024.


