Zamanda yolculuk kimin hayalini süslemez ki? Gidemeyeceğimiz yerlere gitmek, göremeyeceğimiz yerleri görmek; şahit olmamızın imkansız olduğu olayları bizzat tecrübe etmek şahane olurdu kuşkusuz… Bu mefhum o kadar ilgi çekici ki dizilerde, filmlerde veyahut romanlarda kendine hep yer buldu. Bilhassa romanlarda yazarlar hayalini kurdukları ve merak ettikleri yolculuklara çıkma şanslarını kendileri yaratırlar; bununla birlikte okuru da bu yolculuğa âdeta davet ederler. Pekâlâ Nar Ağacı’nı da bu açıdan ele alabiliriz. Zira Anlatıcı, büyükannesi ve büyükbabasının hikâyesinin peşine düşerek zamanla arasındaki engeli kaldırmayı başarır; bir anda kendini 1912 yılında bulur.
“İçimde bir roman dönüp duruyor. Roman olsun diye değil ama dedemin izini bulmak, şehrini, toprağını görmek istiyorum.”
Nar Ağacı için Zehra ile Setterhan’ın hikâyesi diyebiliriz. Bambaşka coğrafyalarda, bambaşka kültürlerle yoğrulmuş; üstelik bambaşka sevdalara düşmüş iki ruhun elbet kesişmesi; böylelikle kaderin ağlarını ördüğüne şahit oluş kitabın temalarından biridir. Kitabın konusu ise günümüzde başlar. İsmini, cismini bilmediğimiz -fakat üniversitede öğretim üyesi olduğunu anladığımız- Anlatıcı, büyükbabasının geçmişi hakkında Taht-ı Süleyman’da doğup büyüdüğünden ve fakat daha sonraları memleketine hiç dönmemek üzere Trabzon’a gelip yerleştiğinden başka bir şey bilmemektedir. Büyükannesi ile de bu vesile ile tanışıp evlenmişlerdir. Anlatıcı bu iki hayatın nasıl birleştiğini, kendi hikâyesinin özünü merak etmekte, bu merakla yanıp tutuşmaktadır.
“Benim var olmam için birbirine doğru akmış iki ırmağın birleştiği yerde milyonlarca ihtimal arasında mümkünlerden bir mümkünüm sadece ben. Öyleyse mümkünümün yola çıkış anını, ırmaklarımın kaynağını bulmam gerek.”
Bu düşünceyle yanıp tutuşan Anlatıcı’yı harekete geçiren ise bir sempozyum için Bakü’den davet alması olur. Bakü‘de tanıştığı müzik tarihi doktorası yapan Yasemen ile üç gün boyunca şehri gezerler. Bu sırada Yasemen‘e yakınlık duyarak ona hikâyesini de açar. Böylece bir sonraki yaz Tebriz’e gitmek üzere sözleşirler. Elinde Taht-ı Süleyman damgalı 30 yıl öncesine ait bir mektup ve kutudan başka bir şey yoktur. Kutu içerisindeki fotoğraflara bakarken birden kendini fotoğrafın içinde bulmasıyla da macera başlar. 1 Ekim 1912‘ye dönmüş, Trabzon‘da seferberlik ilan edildiğine şahit olmaktadır. Çevresindeki insanlar ise onu görmemektedir. Rüya olmayacak kadar gerçek olan bu rüya gibilikte roman boyunca kah Trabzon’da büyükannesinin kah Taht-ı Süleyman ve Tebriz başta olmak üzere daha pek çok şehirde de büyükbabasının izinde, hayatlarına şahit olacaktır. Zamanda yolculuk yaparken bir yandan da Tebriz’e ayak basıp İran coğrafyasında dedesinin izini gerçekten sürecektir.
“İnsan da zaten hangi yanı kuvvetliyse o kadardı.”
Aslında romanın esas konusunu bir kendini bulma macerası olarak zikredebiliriz. Yazar farklı coğrafyalardan gelip hayatları kesişerek varlığını mümkün kılan dedesi ve anneannesinin hayatlarına giderek bilmediklerini öğrenirken bir yandan da kim olduğu sorusuna bir cevap arar. Bu arayış bir inşa ediş anlamına da gelir. Böylece savrulduğu yollar ve karşısına çıkan her olay geçmişini inşa ederken; varlığının oluşmasına da zemin hazırlar. Bunu romanın sonlarına doğru “Kaderin akıl almaz haritasında her şey sanki bu an için tanzim edilmiş” cümlesi ile kendisi de fark ettiğini ortaya koyar. Öyle ki ona göre; Balkan Harbi‘nden Celil Hikmet’in savaşa gidip geri dönememesine; Trabzon’un işgalinden Bolşevik İhtilali‘ne, benzer şekilde Setterhan ile Azam‘ın kavuşamamasından Setterhan’ın bir daha dönmemek üzere Tebriz’i terk etmesine kadar gerçekleşen her şeyin sebebi bir yerde budur. Zehra ile Setterhan’ın hayatlarını birleştiren yol çizilmiş, kader ağlarını örmüştür. Nihayetinde milyonlarca ihtimal arasındaki tek mümkünün gerçekleşmesi söz konusu olmuştur. Böylece Anlatıcı kendi varlığının sebebini izah ederek bir kimlik bunalımının da sonuna gelmektedir.
“Ya Rabbim, bambaşka aşklara, yataklara akan bu iki ırmak nasıl bir araya geldi, nasıl birleşti?”
Nar Ağacı‘nı modern bir Doğu masalına da benzetebiliriz. Yazar dili o kadar ölçülü kullanıp o kadar güzel betimleme yapar ki okur bu masalın gerçek olduğuna inanmak ister. Farklı coğrafyaların ve farklı kültürlerin metni oldukça beslemesinin yanı sıra romanın masalsılığını da arttırır. Nazan Bekiroğlu‘nun akademik kişiliğini de dikkate alırsak aslında bu şaşılacak bir durum değil. Romanın dili sade olmamasına rağmen anlaşılır; sayfaları çevirdikçe akıcılığı ve sürükleyiciliği de bir o kadar artar. Yazarın tercih ettiği üslup ve zengin kelimeler kullanmaya özen göstermesi romanın temasıyla da özdeşleşir. Böylece zorlama bir anlatımla da karşılaşmayız. Çok güçlü tasvirler yaptığını da zikretmek mümkün. Zira Anlatıcı ile birlikte roman boyunca çok sayıda şehre gitmemize rağmen hepsini gözümüzde canlandırmamız mümkün olur. Bunun yanı sıra roman boyunca bahsi geçen karakterleri ve duygularını da çok özenli bir şekilde tahlil eder.
“Önünde yeni bir yazgının uzanabileceği düşüncesi bir ümit olarak karşısına dikildiğinde, insanın özünde bir koridor açılmışsa eğer, ruhun da bedenin de kendisini ne kadar çabuk onarabildiğine hayret etti sadece.”
Roman boyunca Osmanlı Devleti‘nin son dönemine de yakından bakma şansı yakalarız. Yazar çarpıcı ifadelerle bu dönemi çok güzel izah eder. Bu dönemde Balkan Savaşı ve sonrasında yaşananlar devleti adım adım çöküşe sürüklemektedir. Bu çöküş sadece bir devletin yıkılışı değil bir toplumun da savruluşu manasına gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında oldukça yaralayıcı ve üzücü hadiselere de şahit olunmaktadır. Yazar bunu ifade ederken durumu çok çarpıcı bir şekilde özetler: “Tarih kitaplarına girecek üç soğuk cümlenin ardından ne mahşer var oysa.”
Tarihi okurken yaşananları birkaç cümle ile geçiştirir, teferruatı ile idrak edemeyiz. Oysa tarihin içerisinde hayatları şekillendiren ne çok olay olduğunu ve bu olaylardan etkilenen nice hayatın gelip geçtiğini gözden kaçırırız. Bu gerçeği idrak etmek olayların anlaşılması açısından da önem arz eder. Bu açıdan bakıldığında Büyükhanım ile Zehra‘nın Trabzon‘dan İstanbul‘a muhacirlik ederken yaşadıkları oldukça çarpıcıdır.
“Böyle bir yorgunluğu ancak benzer yolları yürümüş olanlar anlar. Senin yorgunluğunu benim yorgunluğum, senin gördüklerini ancak benim gördüklerim siler. Gerisin geri birlikte yürürsek eğer o yollar haritadan silinip gider. ”
Nar Ağacı sadece hayal ile gerçek, geçmiş ile gelecek, Taht-ı Süleyman ile Trabzon arasında bir köprü kurmakla kalmaz; bütün bunları anlatırken bir “kader” imgesi de inşa eder. Romanı okurken başından beri Setterhan ile Zehra‘nın kaderinin bir yazıldığını, daha doğrusu kaderlerinin bir yerde birleşeceğini zaten biliriz. Tam olarak bu bilginin izinde anlatıcı ile birlikte yürür, kaderin ağlarını nasıl ördüğüne bizzat şahit oluruz.
Yazar roman boyunca çok başarılı bir kurgu inşa edip hem Azam ile Setterhan hem de Sofya ile Setterhan arasındaki ilişkiyi her açıdan çok başarılı bir şekilde ele alırken; Zehra ile Setterhan‘ın hikâyesi bir nebze eksik kalır. Şöyle ki; kitabın esas konusunu teşkil etmesinden dolayı Setterhan ile Zehra’nın yollarının kesişmesini sabırsızlıkla beklediğimizden gerek karşılaşmaları gerekse sonrasına dair detaylı bir anlatımdan kaçınılması iki ırmağın kesişmesinin etkisine de ket vurur. Romanın başlarında Setterhan’ın Azam’a olan duygularını ve sonrasında yaşanan gelişmeleri net bir şekilde okuyup bunun üzerine fikir geliştirebiliyoruz. Benzer şekilde Sofya ile tanıştıktan sonra her ikisinin de birbirlerine karşı besledikleri duyguları ve bunların sonuçlarını da idrak edebiliyoruz. Fakat Zehra ile Setterhan’ın öyküsünün bu bakımdan eksik kaldığı; sayfalarca tanışacakları ve kavuşacakları satırları heyecanla bekleyen okur için tanışmaları ve sonrasının aceleye getirildiği hissi oluşmaktadır. Belki de aşk kavuştuktan sonra anlatılabilirliğini kaybediyordur… Fakat her ne olursa olsun kaderlerinin birleşme anları daha ince bir şekilde işlenebilir ve ana tema desteklenebilirdi diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
Velhasıl, Nar Ağacı zengin kültürel birikimi, başarılı tasvir ve tahliller içeren anlatım tarzı ve sürükleyici bir macera sunması bakımından çok keyifli bir eser. Anlatıcı gibi fotoğraflara bakarak zamanda yolculuk yapma gibi bir şansımız olmasa da, kendimizi romanın akışına bırakıp Setterhan ve Zehra’nın maceralarına ortak olabiliriz. Bambaşka bir dünyanın kapılarını aralayarak kendimize de benzer soruları sorabiliriz. Belki bir gün biz de kendi mümkünümüzün yola çıkış anını yakalayabiliriz.
“Bir tarafımız hep kırık kalacak belki ama ihtimal bir kafiye tutturabiliriz. Bütün yorgunluklarımızı yekdiğerinde dinlendirilebilir, birbirimize sığınabilir, iki ayrı ırmağın delicesinde değil bir ırmağın derininde akabiliriz. Yeniden diyebiliriz.”
Kaynakça
Bekiroğlu, Nazan. Nar Ağacı. İstanbul: Timaş Yayınları, 2012.