Fransız Rivierasında fırtına gibi eserek, Cannes Film Festivali’ndeki eleştirmenlerden tam not alan Bir Skandalın Peşinde (May December), ülkemizde bu hafta vizyona girdi. Carol (2015) ve Karanlık Sular (Dark Waters, 2019) gibi filmlerden tanıdığımız Todd Haynes imzalı filmin başrollerini Natalie Portman ve Julianne Moore paylaşıyor. Aslında Haynes’in kara mizah, dram, karakter çalışması türleri arasında gezinen bu son filmi için bir çeşit bubi tuzağı demek mümkün. Nitekim izlerken, seyirciyi aynı anda birden fazla yöne çekmeye ve birçok duyguyu eş zamanlı deneyimlemeye zorladığını hissediyorsunuz. Haynes, seyircinin düştüğü duygusal boşlukları ustalıkla kullanıyor ve size hissettirdiği her duyguda ‘‘acaba başka bir şey mi hissetmeliydim’’ diye kendi kendinizi sorgulamanızı sağlıyor.
Film, bir televizyon yıldızı olan Elizabeth Berry’nin (Portman), gerçek hayat hikayesinden uyarlanan bir bağımsız filmde canlandıracağı Gracie Atherton (Moore) ile tanışmak için kendisini ziyarete gelmesiyle başlıyor. Gracie, Elizabeth’in bir-iki hafta boyunca ailesiyle vakit geçirmesini kabul ediyor, üstelik aynı haftalarda ikiz çocukları da liseden mezun olmak üzere. Bir süre sonra öğreniyoruz ki Gracie, bundan 20 sene önce, 36 yaşında evli ve çocuklu bir kadınken, çalıştığı evcil hayvan dükkanındaki iş arkadaşıyla yasak aşk yaşıyor. Söz konusu iş arkadaşı ise o dönem 13 yaşında olan, yani 7. sınıfa giden Joe (Charles Melton). Gracie’nin hamile kalmasıyla ilişki duyuluyor ve bunun sonucunda hapse giriyor. Böylece çiftin ilk bebeklerini parmaklıklar arkasında doğuruyor. Elbette bu skandal gündemi oldukça meşgul ediyor ve özellikle magazin sayfalarının manşetlerinden uzun süre inmiyor. Hapis cezasını çektikten sonra Gracie ve Joe evleniyorlar. Filmin geçtiği dönemde çiftin üç çocukları var ve Joe 36 yaşında, yani eşiyle tanıştığında Gracie’nin olduğu yaşta.
Bir Skandalın Peşinde’yi diğer benzer hikayeleri konu alan filmlerden ayıran nokta, ‘ne yaşandı’ ve ‘neden yaşandı’ meselesiyle pek de ilgilenmemesi ve takrir vermekten kaçınması. Filmde izlediğimiz olaylar, nesnel olarak o kadar dehşet verici ki, birinin çıkıp ahlaki bir yargı dağıtmasını bekliyorsunuz ancak her şey son derece sükûti ilerliyor. Samy Burch’ün elinden çıkan nefis senaryo neticesinde film, iki saat boyunca süregelen sessiz ve gerçekçi diyaloglardan oluşuyor ancak satır aralarında gizli her bir detay, kimse bağırmasa bile tüylerinizi diken diken etmeye yetiyor. Örneğin bir sahnede Gracie, Elizabeth’e pasta yapmayı öğretiyor. Bu sahne tam Gracie’nin sebep olduğu skandalı bir an olsun unutturacak ve seyirciyle bir bağ kurmasını sağlayacak gibi oluyor ki, hemen sahnenin devamında, Joe’nun ilişkilerinin başında kendisine hazırladığı bir aşk mektubunu gösteriyor Elizabeth’e. Söz konusu aşk mektubu, Joe’nun henüz 13 yaşındayken elişi kağıdına simli yapıştırıcılarla hazırladığı bir kart. Bu noktada Gracie bunun romantik bir jest olduğunu düşünüyor ve sahnede her şey normalmiş gibi ilerliyor, ama seyirci için olayın verdiği dehşeti hazmetmek elbette kolay olmuyor. Filmin yaptığı sessiz eleştiri işte tam da bu gibi sahnelerle gözler önüne seriliyor. Film, tepkiyi bilhassa seyircinin takdirine bırakıyor.
Elizabeth bir süre sonra Gracie’nin tüm hareketlerini taklit etmeye başlıyor. Gracie’nin jest ve mimiklerini, sesini, duruşunu, hatta rujunun tonuna kadar taklit ettiğini görüyoruz. Taklit etmek kelimesinin İngilizcede ‘to mirror’ olarak da kullanıldığını ve ‘mirror’ kelimesinin aynı zamanda ‘ayna’ anlamına da geldiğini göz önünde bulunduracak olursak, filmde bu taklitleri gözler önüne seren birçok sahne, aynalar aracılığıyla yansıtılıyor seyirciye. Örneğin ayna karşısında uzun bir makyaj yapma sahnesi var ki, bu esasen Persona (Bergman, 1966) filmindeki meşhur ayna sahnesiyle çok benzerlik gösteriyor. Persona’da da arkada beliren karakterin isminin Elisabeth olduğunu ve ayna karşısında kafalarını bir araya getirdikleri bu sahnede, Alma ile Elisabeth’in kişiliklerinin bir araya geldiğinin simgelendiğini göz önünde bulunduracak olursak, bunun kasıtlı bir gönderme olduğunu düşünmek mümkün.

Elizabeth, Gracie olmak için bir yolculuğa çıkıyor ve bunu başardığı kesin. Ancak Natalie Portman’ın işi biraz zor, çünkü Gracie ne kadar kötüyse, Elizabeth de ondan daha farklı bir karakter değil. Bu noktada Haynes’in seyirciye, ‘‘Acaba Elizabeth, Gracie’ye mi dönüşüyor yoksa bu vesileyle Elizabeth’in gerçek yüzünü mü görüyoruz?’’ diye düşündürmek istediği kuvvetle muhtemel. Şunu söylemeden geçmeyelim ki Portman ve Moore kendilerinden beklendiği gibi muhteşem performans sergiliyorlar. Moore’un masum olduğuna inanan, fakat aslında yaptığı her şeyin farkında olan; hatta kendini bu işten sıyırmak için eşini 13 yaşındayken kendisini ayartmakla suçlayabilecek kadar ileri giden Gracie’si, kan dondurucu bir predatör olarak ikna ediyor seyirciyi. O kadar ki, kendisinin en büyük hobisinin avcılık olduğuna hiç şaşırmıyoruz. Portman ise, hem Elizabeth hem Gracie karakterini o kadar benimsemiş ki, ‘‘Gracie rolü yapan Moore rolündeki Elizabeth rolü yapan Portman’’ sarmalının içinden alnının akıyla çıkmayı başarıyor.
Fakat bize göre filmin asıl yıldızı ikisi de değil. Gracie ve Elizabeth tarafından domine edilen birinci yarının sonrasında odak, o zamana kadar bir nevi etkisiz eleman olan Joe’ya (Charles Melton) kayıyor ve bunun sonucunda hikaye daha da derinleşmeye, üstelik çok daha korkunç ve üzücü bir hale gelmeye başlıyor. Melton’un mental olarak asla büyüyememiş ve koca bir adam vücudu içinde sıkışıp kalmış Joe rolündeki performansı kendine hayran bırakıyor. Kendisinin en huzurlu göründüğü sahneler hobi olarak yetiştirdiği Kral kelebekleriyle vakit geçirdiği anlar. Joe kelebeklerini özenle büyütüyor ve kozalarından çıkıp uçmalarını izliyor. Gracie’nin avcılık gibi vahşi bir hobisi olması, Joe’nun ise bilakis bu naif işle uğraşması filmin yönetmeni Haynes tarafından incelikle işlenmiş bir metafor. Nitekim Joe, kozasından asla çıkmamış bir karakter. Henüz 13 yaşındayken, harçlığını çıkartmak için çalıştığı pet shop’ta tanıştığı, kendisinden 23 yaş büyük bir kadınla aşk yaşamış, 14 yaşında baba olmuş, dolayısıyla gençliğini hiç yaşayamamış bir adam. Aslında tıpkı çalıştıkları pet shop’taki hayvanlar gibi kafeslenmiş demek yersiz bir benzetme olmaz. İşte tam da bu nedenle özellikle çocuklarının mezuniyetini ağlayarak izlediği sahne derin bir iz bırakıyor seyircide. Çocuklarının mezun olup hayata karıştığını, adeta kozasından çıkan kelebekler gibi özgürce yuvadan uçabileceklerini, ancak kendisinin bu tarz ayrıcalıklara asla sahip olmadığını fark eden bir babayı izlemek kolay değil. Söz konusu sahnede diyaloglara değil sadece duygulara istinat eden ve oyuncusundan bu doğrultuda muazzam bir oyun alan Haynes, adeta sinematik hikaye anlatımının ne demek olduğu konusunda ders veriyor.
Todd Haynes hikayesini diyaloglara ek olarak, estetik görüntüler, dikkat çeken müzik kullanımı, sivri metaforlar ve duygular aracılığıyla anlatıyor. Belki karakterleri kendi içlerinde bir inkar etme durumundalar ve yaptıkları yanlışları asla kabullenmiyorlar ama Haynes seyirciye herkesin ne olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gösteriyor. Bir bakıma karaktere kendi cezasını vermesi için seyirciye olanak tanıyor. Bu nedenle sık sık kendi düşüncelerinizi de sorgularken buluyorsunuz kendinizi. Bir Skandalın Peşinde sizi, aynalardan oluşan bir labirentteymiş gibi hissettiriyor ve buradan çıkış yolunu bulmak hiç kolay değil.
29 Aralık’tan itibaren sinemalarda