Amerikan gangster filmlerinin öncülerinden olan Martin Scorsese, dünyada beyaz perdenin önemli figürlerinden biridir. Bugünlerde 82 yaşına girecek olan yönetmen hâlâ yeni filmler yapmak, sinemanın derinliklerine inmek ve sanatını genişletmekle meşgul. 1970’lerin Amerikan yeni dalga sinemasının ünlü yönetmenleri George Lucas, Spielberg ve Coppola grubunun üyesi Martin Scorsese sinematografisi ve beyaz perdeye kazandırdıklarıyla efsane bir yönetmendir. Filmlerinin çoğunda yeraltı dünyasını ele alan yönetmen; mafya, suç örgütü, gangsterlik, yasadışı faaliyetler konularını karanlık ve derin sinemacılığıyla incelikle işlemektedir. Birçok kült ve gişe yapımlara imza atan Scorsese epey sevdiğim bir yönetmendir. Ancak ben favori filmine karar veremeyenlerdenim. Peki hepimizin hayran olduğu bu yetenekli yönetmenin hayatına hep birlikte bakalım.
Yaşamının İlk Yılları

“Tüm hayatım filmler ve dinden ibaret hepsi bu”
Martin 1942’de New York’ta dünyaya gelmiştir. Asıl adı Martin Marcantonio Luciano Scorsese’dir. Kendisi İtalyan asıllı Amerikan bir ailenin çocuğudur. Çocukken astımının ağır fiziksel aktiviteleri engellemesi nedeniyle sürekli film izlemiş ve izlediği filmlerden etkilenerek sinema tutkusunun arttığını söylemiş ve bir sinefil olarak büyümüştür. New York Üniversitesi’nde sinema bölümünde 1964 yılında lisans 1966 yılında lisansüstü derecelerini almıştır.
Bağımlılıkla mücadele, dört boşanma, eleştirel ve ticari başarısızlıklarla karşı karşıya gelmiş ve Akademi Ödülleri’nde 13 kez kaybetmiştir. Yaşadığı bu zorluklara rağmen 1967’de ki ilk filminden bu yana uzun bir ara vermeden etkileyici filmler üretmeye devam etmiştir.
Akira Kurosawa‘nın sekiz kısa filmden oluşan Dreams/Yume adlı başyapıtının Crow isimli bölümünde ünlü ressam Vincent Van Gogh’u canlandırmıştır. Büyük hayranı olduğu Rolling Stones‘in Shine a Light adlı konser filmini ayrıca Michael Jackson‘ın Bad şarkısının müzik klibini yönetmiştir.
Adım Adım Sinema

“En kişisel olan, en yaratıcı olandır.”
Tıpkı bizlerinde olduğu gibi New York’un yeraltı sinemasına hayranlık duyan yönetmen eğitimci olarak kısa filmleriyle sektöre adım atmış ve ilk uzun metrajlı filmi Who’s That Knocking at My Door çekimleri için para biriktirdiğini dile getirmiştir.
Amerika’nın karanlık sokakları, sinemanın sınırlarını zorlayan derin karakterler, suç, sosyal eşitsizlik, şiddet unsurlarını işleyen hikâyeleri ile sinemada adını duyurmuştur. Akademi Ödülü, BAFTA ve Altın Küre gibi prestijli ödüllerin sahibi olan yönetmen, ayrıca 1997’de Amerikan Film Enstitüsü tarafından verilen AFI Yaşam Boyu Başarı Ödülü ile de onurlandırılmıştır. 2007 yılında Oscar Akademi ödül töreninde en iyi film ödülüne The Departed, en iyi yönetmen ödülüne de Martin Scorsese layık görülmüştü. Böylece 11 adaylıktan sonra geç kalınmış Oscar ödülüne sahip olmuştur.
Martin Scorsese, sinema alanında oldukça etkili bir figür olarak, 64 yapımda yönetmenlik yapmıştır; bu yapımlar arasında film, televizyon dizisi, kısa film ve belgeseller bulunmaktadır. Ayrıca 73 projede yapımcı olarak görev almış, 17 kez ise senarist olarak katkıda bulunmuştur. Bunun yanı sıra, 34 farklı rol üstlenerek sinemaseverlerle buluşmuştur. Kariyeri boyunca, kendine özgü tarzı ve hikaye anlatımıyla sinemada önemli bir etki yaratmıştır.
O kadar çok iyi ve harika uzun metrajlı film ve belgesel yaptı ki, hepsini listelemek zor. Ancak kısmi bir listeye bakalım: Mean Streets, Italianamerican, Taxi Driver, The Last Waltz, Raging Bull, Goodfellas, Casino, No Direction Home, The Departed, The Wolf of Wall Street, Silence, The Irishman birkaç filminden biridir. Yönetmen, 2000’lerin başı hariç çalışmaya başladığı tarihten itibaren her 10 yılda bir gişe filmine imza atmıştır.
Mean Streets (1973)

Scorsese’nin ilk ciddi anlamda sinema denemesi ve Robert De Niro ile dostluğunu başlatan ilk filmdir Mean Streets. Mafya üyesi aynı zamanda dost olan 4 karakterin arasında geçen olaylar ve etkileyici diyaloglar üzerine kuruludur. Los Angeles’ın arka sokaklarında küçük suçlar işleyerek sinema ve yemek gibi ihtiyaçlarını karşılayan karakterlerimiz ceplerindeki az parayla doğrunun ve yanlışın ayırt ediciliğini sorgular. İyi bir insan olma felsefesinin altında karanlık sinematografisiyle de müthiş görseller sunar. Film Scorsese’nin şu sözleriyle başlar;
“Günahlarını kilisede affettiremezsin. Sokaklarda affettirirsin. Evde affettirirsin. Geri kalanlar saçmalık ve bunu biliyorsun.”
Taxi Driver (1976)

Scorsese’nin ilk başyapıtı her sahnesini gözümü kırpmadan izlediğim Taxi Driver kült filmlerden biridir. Ana karakterimiz Travis, Vietnam savaşından yeni dönmüş yalnız, insanlarla iletişim kuramayan, özgüvensiz biridir. New York’a gelip taksicilik yapar. Daha sonra hayallerindeki kadın Betsy’nin de onu terk etmesiyle beraber edindiği öfkeyle toplumu pisliklerden arındırma, kötüleri avlama felsefesiyle hareket etmeye başlar. Dönemin Amerika’sının yansıtıldığı beyaz perde öfkeli bir portre niteliğindedir. Scorsese’yle beraber De Niro’nun da efsaneleştiği bu film faşist aynı zamanda ırkçı sorgulamalarına maruz kalmıştır. Sinema tarihinde büyük ölçüde önemli nevrotik bir yapımdır.
“Yalnızlık beni tüm hayatım boyunca izledi, her yerde. Barlarda, arabalarda, kaldırımlarda, dükkânlarda, her yerde. Kaçış yok. Ben Tanrı’nın yalnız adamıyım.”
Goodfellas (1990)

Yeraltı dünyasının aktarıldığı mafya ve suç hikayesi Goodfellas. Scorsese’nin The Godfather’la karşılaştırılan başyapıtı. Henry (Ray Liotta), Tommy (Joe Pesci) ve Jimmy (Robert De Niro) ile suç dünyasında yükselirken, şiddet ve ihanetle dolu bir yaşam sürerler . Aynı zamanda yaşadıkları ilişkiler üçlüyü kaçınılmaz suçlara yöneltmiştir. Sonunda Henry, suç hayatından kaçış için tanıklık yapmaya karar verir. Filmde ünlü yönetmenin anne ve babasının da rol aldığı söylenir. Ünlü dizi Sopranos’un esin kaynağı olan filmdir. Fikrimce filmde çalan şarkılarda (Mannish Boy) film kadar müthiştir.
The Aviator (2004)

Leonardo Dicaprio ve Cate Blanchett gibi yetenekli oyuncuların olduğu uzun metrajlı belgesel tadında bir yapım. Dekorlar, kostümler, müzikler, oyunculuklar şahane bir seyir zevki sunar. Hikaye durgun ilerler. Hughes, genç yaşta zengin bir mirasa sahip olmasına rağmen, zamanla zihinsel sorunlarla başa çıkmaya çalışır. Hollywood’daki başarılarını, OKB ile olan mücadelesini ve kişisel ilişkilerindeki zorlukları konu alır.
Hugo (2011)

Ünlü yönetmenin farklı ve bir o kadar da büyüleyici yapımı, Hugo Cabret’in (Asa Butterfield) Paris’teki bir tren istasyonunda gizlice yaşarken tanıştığı Georges Méliès (Ben Kingsley) ile beraber sinema tarihini keşfetmesini konu alır. Hayal gücü ve masalsı anlatımıyla sinema dünyasının geçmişten günümüze nasıl ulaştığını anlamamıza olanak sağlayan tatlı bir filmdir.
The Wolf of Wall Street (2013)

Borsa, kokain, zenginlik ve adalet kavramları çerçevesinde 3 saat kadar Margot Robbie’yi de görmenin verdiği seyir zevkiyle izlenebilecek eğlenceli bir film. Tabi De Niro’dan sonra ikinci gözdesi Dicaprio başrolde. Ana karakteriniz Jordan Belfort, borsa simsarı zenginlik ve güç peşindedir. Dolandırıcılık ve yasadışı faaliyetlerle sağladığı görkemli hayatıyla aşırı tüketim, uyuşturucu, cinsellik sonunda düşüşünü ve Amerikan rüyasının karanlık yüzünü konu ediniyor.
Silence (2016)

Scorsese’nin üzerinde 1988’den beri çalıştığı epik tarih anlatımı olan yapım. Yıllar önce misyonerlik amacıyla Japonya’ya adım atan Hrıstiyan Ferreira (Liam Neeson) adlı rahibin geri dönmemesi ve hakkında dinden döndüğü ile ilgili dedikoduların çıkması üzerine, ondan dini eğitim almış olan Portekizli iki genç rahip bilinmez ve esrarlı Japonya topraklarına doğru yola çıkarlar. Scorsese, Japonya toplumunun çektiği acılarla beraber filmi de bilinçli olarak yavaş ilerletmiş. Öyle ki yönetmenin en uzun filmlerinden 196 dakika sürüyor. İnanç kavramının şiddet dolu bir dünyadaki varlığını sorgulatıyor.
Kaynakça
- ”Martin Scorsese’nin En İyi Filmleri”. GQ. Web. 02.10.2024
- ”Martin Scorsese Profile”. GQ. Web. 02.10.2024
- ”Yaşayan En İyi Yönetmen Martin Scorsese’nin Film ve Dinden İbaret Olan Hayat Hikayesi”. ekşişeyler. Web. 02.10.2024



