Yönetmenliğini ve senaristliğini Julian Rosefeldt’in üstlendiği deneysel türdeki Manifesto filmi, 2016 yılında 36. İstanbul Film Festivali’nin en farklı filmlerinden biri olarak seyirciyle buluşmuştu. Julian Rosefeldt’in ilk uzun metraj filmi olan Manifesto’da, iki Oscar ödülüne sahip olan Cate Blanchett’in 13 farklı karakteri canlandırarak tüm dünyada kabul gören manifestolara bir başkaldırı sunması anlatılıyor. Cate Blanchett, bazen bir fabrika işçisi bazen bir haber spikeri bazen bir ev hanımı bazen bir öğretmen bazen evsiz bir adam bazen bir kuklacı bazen bir borsacı olarak karşımıza çıkıyor. Her bir karakter birbirine zıt fakat aynı zamanda birbiriyle muazzam derecede benzer…
“Manifesto yazıyorum çünkü söyleyecek hiçbir şeyim yok.” diyerek başlayan film, daha en başında adeta kanıtlayacağı argümanı izleyicilere sunuyor. Birbirinden bağımsız olarak verilen her sahnede başka bir karakterle karşılaşılıyor ve bu karakterlerin her biri, bir sanat akımını eleştiriyor. Ancak film, bu sanat tanımlarını tek bir noktada birleştiriyor. İlk eleştirisine, günümüzde sanatın her türlüsünün sahte olduğunu vurgulayan, hiçbir şeyin özgün olmadığını dikte eden ve aslında insanların dünyada bir hiç olduğunu söyleyen Dadaizm’den başlıyor. İnsanların doğada bulunan şeyleri taklit eden ve bunların yansımasını kullanarak bir sanat ortaya çıkaran memurlar olduğunu nitelerken, artık sanatın yok olduğunu belirtiyor.
Cate Blanchett’in oynadığı karakterlerden bir diğerinin eleştirisi, Fütürizm’e yönelik oluyor. Sanatta Fütürizm’in benimsenemeyeceğini, geçmişin leş, geleceğin falcı, şimdinin ise bizim olduğunu savunuyor. Asıl sanatın şimdiki zamanda üretilebileceğini vurguluyor. Yeni doğan kültür için, geçmişten getirdiğiniz edinimlerin hiçbir öneminin olmadığı argümanını kanıtlamaya çalışıyor.
Filmin en büyük güç kaynağı, kendisi bir sanat eseri olarak sanat akımlarını ve dolayısıyla da sanat eserlerini eleştirmeyi odağına alıp özdönüşümsel bir dil yakalaması. Dolayısıyla bu filmin ortalama bir sinema seyircisine hitap etmediği aşikâr. Cate Blanchett’in keskin geçişlerle bambaşka karakterlere büründüğü büyüleyici performansı ve yer yer şiirselleşen çarpıcı monologlarıyla seyir zevki kamçılanmış olsa da genel itibarıyla meta-anlatı olanaklarından faydalanan sofistike ve her anlamda deneysel bir film var karşımızda. Filmin çok parçalı yapısı kimi zaman dikkati dağıtırken kimi zamansa adeta seyirciyi çimdikliyor.
Bu karakterler 21. yüzyılda sanat tarihine yön vermiş Pop Art, Minimalizm, Dogma 95 gibi akımlara da sanat eleştirisi yaptıktan sonra Sürrealizme değinerek insanın ürettiği her şeyin hatalı olduğunu savunuyor. Çünkü, sanatçı sanatını ürettikten sonra, izleyicinin onu nasıl algılayacağına müdahale edemez. Burası sanatçının kontrolünde olan bir alan değildir. İşte bu yüzden, sanatçı hiçbir zaman hiçbir eserinde kendine ait fikrini yansıtamaz.
‘’Neyi nereden aldığınız değil, nereye taşıdığınız önemlidir!’’
Filmin genelinde, modern dünyada var olan sanatın yozlaşmış olduğu ve ne yapılırsa yapılsın bir adım ileri gidemeyeceği söyleniyor. Sanat, ancak tek bir şekilde özgün ve konuşmaya değer olabilir:
Gündelik saçmalıklarla ve modern dünyanın öğretileriyle yoğrulmuş olsa da Jean-Luc Godard’ın söylediği gibi, “Neyi nereden aldığınız değil, nereye taşıdığınız önemlidir.” Fikir ve biçimi nereden esinlenirseniz esinlenin, önemli olan esere kendinizden kattığınız nüvelerdir.
13 farklı karakter, her ne kadar içinde bulunduğu dünyanın makineleşmesini ve insanların kendilerine yabancılaşmasını eleştirse de olduğu toplumdan ayrılamıyor, kendilerini toplumdan ayrı düşünemiyor. Başı sonu belli olmayan bir zamansızlıkta, kendi sanat eleştirilerine devam eden bu karakterler, kabuğundan çıkamama acısını da son derece iyi yansıtıyor. 13 farklı şekilde sunulan arketipler, hiçbir şekilde karikatürize edilmiş karakter haline getirilmiyor. Tam tersine son derece mimiksiz ve dümdüz kişiler olarak karşınıza çıkıyor. Film, Jean Baudrillard’ın Tüketim Toplumu kitabına gönderme yapan cümleleri ile bir sanat eleştirisinin yanı sıra toplum eleştirisi de sunuyor. Sanatın, kendiliğinden olması gerektiğini söylerken; sanat olduğunu bilmeden büyüyüp gelişen sanatın yanında olduğunun altını çiziyor. Filmin başından sonuna kadar, birçok sanat akımına dair eleştirilerini sunan 13 farklı karakter, ekran başından izleyicilere -belki de tüm dünyaya- sesini duyurmaya çalışıyor:
‘’Sanat samimiyete değil, gerçeğe ihtiyaç duyar.’’
Filme MUBI‘den ulaşabilirsiniz. Herkese iyi seyirler!