Tezer Özlü‘nün biricik sırdaşı, Ahmet Arif‘in sevdalısı… Leyla Erbil ve onun biricik Cüce‘si.
Peki nasıldır bu Cüce? Neden Erbil özellikle bu eseriyle iftihar ediyordur? Niçin hakkında bu denli inceleme yapılmıştır? Cüce; yanıtlarını, her okuduğunuzda farklı vereceğiniz oldukça derin ve anlam çeşitliliği epey zengin bir eserdir.
Erbil, Cüce’de birçok yazın dili kullanıyor. Mesela üstkurmaca tekniği ve metinlerarası gönderme gibi. İşte tam da bu yüzden okurken yapboz birleştiriyor hissiyatına kapılmamız. Biraz parodi, bilinçakışı ve bolca ironi var tabii.
Sayfalar arasında bizi ara ara durduran ve üzerinde düşünmeye sevk eden yalnızca okuduklarımızın ağırlığı ya da duygudaşlığı olmuyor; Mustafa Horasan‘ın muhteşem desenleriyle çizimleri oluyor. Onlara bakarken mest oluyor ve kendi zihnimize göre adlandırmaya çalışırken sonsuz bir keyif alıyoruz.
Zenime Hanım, Leyla Erbil’in ilk bölümden sonra kendini kadrajdan çıkartıp bizlere intiharından sonra uzun uzun tanıttığı kişidir. Ama nasıl tanıtmak! Biz aslında Zenime Hanım’ı tanırken Türkiye’de yaşanmış olan olayları kimi zaman öğreniyor kimi zaman hatırlıyor kimi zaman da hiç değişmemiş buluyor ve hayrete düşüyoruz. Tüm bunlar arasında varoluşçuluk felsefesinden, “Hiçlik” felsefi kitabından sıkça söz etmesinden, “Bulantı” vurgusu yapmasından dolayı yelpazemizin Jean-Paul Sartre‘ye kadar uzandığını fark ediyor ve okurken zevkten dört köşe oluyoruz.
Zenime Hanım oldukça zor biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu zorluk, yaşlılığından mı yoksa karakterinden mi geldiği kişisine göre değişen bir zorluk. Üstelik yalnızca çevresine değil, kendisine de zorlu. Mesela olduğu kişiyle gereğinden fazla hatta haddini aşarak uğraştığını düşünüyoruz. Bunun elbette ki kendini geliştirmesinde inanılmaz önemli rolü olduğunun farkındayız fakat kendisini bir hayli tükettiği de aşikar.
Zaman zaman yeislere kapılmaktan kendini alamayan bir kadın. Ne var ki bazen de hiç üzüntü tatmamış gibi neşeli. Yani eserekli birisi olduğunu açıkça söyleyebiliriz. Hatta Leyla Erbil, kendisini kadrajdan çekmeden önce Zenime Hanım hakkında şunları söylüyor: “Hayatının herkese kapadığı bir noktası bir gizi, gerçek bir acısı olmalıydı bence, ama yine de dolu dolu yaşamış, dünyanın her yerinde sevgilileri olmuş; gözü arkada kalmamış, güçlü bir kadına benziyordu.” (sf:ıx)
Fakat ne kadar güçlü olursa olsun kendisini de sanki geçen yıllar ve yiten arkadaşlarıyla beraber yitirmiş. Bunda, biraz da sahtelikten kaçmak isterken kendini her şeyden esirgemesinin payı büyük. Kimi zaman eski kendini, varoluşuyla bilinmeyi özlüyor ama verdiği karardan da pişman değil. Mina Urgan gibi gayeleri için, bir omurgaya sahip olabilmek için tüm çirkinliklerden gelebilecek çamurlara bulanmamak için her şeye arkasına dönmekten kesinlikle pişman değil. Hatta kendi de diyor “Ünlü olmak, bu toplumda yer kapmak seçilmiş üçten beşten sayılmak, medyatik arma olmak hepsi sana yabancı hepsi başka biçimde…” (sf:16)
Zenime Hanım öylesine yaşamamış ve yaşamıyordu hayatını. Gezip görmüş, takmış takıştırmış, önemli kimselerle ahbaplık etmiş, savunduğu ve inandığı değerler uğruna devlet baba tarafından misafir edilmiş, snop sayılmasa da kendince birtakım şeyler edinmiş Batı’dan ve kürsüsünde birkaç nesil yetiştirdiği Amerika’sından. Bu kadın işi sebebiyle babasıyla birçok yerde yaşadığı yerlerden de hayatına izler katarken kendisini var etmiş. Yani; herkesçe bilinen, önceleri bir değere sahipken, kitlelere hitap ederken, kendi eliyle itmiş her şeyi. Kendini ve vazgeçişlerini pişmanlık duymadan özlüyor. “…ne var ki istememektesin tümüyle yok da sayılmak… değil tepelemek için başkalarını ama kendin için olmalısın kendin tartılıp biçilmeden…” (sf:16)
Gelgitleri ve hatta daha da ötesi onu aynalardan kaçıran korkuları tam da bu nedenleydi aslında. “Kimi sabahlar aynanın merkezinde, en derin mağmasında boşluğun saman alevi gibi yanıp sönen kendine rastlasan da yeniden sana dönmek isteyen o deniz fenerine, durmadın hiç üstünde; hangi sana dönecektin?” (sf: 51)
Ağabeyi de Zenime Hanım gibi solcu olarak karşımıza çıkıyor. Türlü işkenceler görmüş geçirmiş, alakadar olmadığı bir evlilik yapmış iç güveysi yaşamaktaydı ölümünden önce.
Ağabeyi hakkında konuştuğunda, gerçi mutluydu ölürken: Arkamda değil gözüm, çünkü benim naçiz vücudumu elbette bir gün işkencecilerimin ellerinden toprak alacaktır ama bu yurt sonsuza kadar kıyamla boğuşacaktır, dedi demişti. Ve düşünmüştü “Ayrıydı yollarınız; seninkisi belirsizliğin konforuna mı yaslı; kadın olmanın ağırlığıyla mı ürperik biraz…” (sf: 22)
Peki sadece Zenime Hanım’ın yaşadıkları ve düşündükleriyle mi anavatan hakkında bir şeyler hatırlıyor, öğreniyor ve bazı şeylerin değişmediğini görüp hayret ediyoruz? Hayır… Hatçablacığımız ve onun da Yıldırım adında bir oğlu karşımıza çıkıyor. Bir de şiddet bağımlısı kocası. Bir gün Zenime Hanım ve Hatçaabla arasında şöyle bir diyalog yaşanıyor. “Hatçablacığım dövüyor bu adam seni, öldürecek bir gün dayaktan, bırak gel açalım bir dava ona, kalırsın benimle, geçinir gideriz, Dedim. Edemem onsuz! Ben onun sıcaklığına alışığım sen bilmezsin!” (sf:45) İçi kahreden bir hayret de buradan mesela.
Kabaca olaylar dizisi bu şekilde ilerliyor Cüce’de. Sosyolojik imgelere çokça yer verilmiş, olaylar örgüsü yer yer çarpık çarpık…
Peki böyle kudretli kadının intihar edişi istendik bir davranış mıydı yoksa bir anlık çaresizlik histerisi mi? Onu da okuduğunuzda yorumlamanız adına size bırakıyoruz.
Öne çıkan görsel jinha sitesinden alınmıştır.