Mr. Robot‘un yaratıcısı Sam Esmail‘in Rumaan Alam‘ın aynı adlı romanından uyarladığı psikolojik gerilim filmi Leave the World Behind (Dünyayı Ardında Bırak), kıyamet sonrası türünün etkileyici bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Altı ana karakterin bilinmeyen bir krizle ilgili sorulara kendi yöntemleriyle cevap aradığı film; derinlerimizde hangi ön yargıların yer aldığı, acil ve korkutucu durumlarda bireyin nasıl davrandığı gibi varoluşsal soruları irdeliyor.
Kıyamet sonrası türü filmlerin Netflix‘in son yıllarda bir tatil geleneği haline geldiğini görebiliyoruz. Don’t Look Up, White Noise, Bird Box gibi filmler benzer dönemlerde yayımlanarak platformda yerini almıştı. Rumaan Alam‘ın bu üçüncü romanının eleştirmenler tarafından beğeni toplaması ve 2020 National Book Award için aday gösterilmesi de filminin yapılmaya karar verilmesinde etkili görünüyor. Böylece Netflix yeni yıla girmeden önce geleneğini devam ettiriyor.

Film, Amanda’nın (Julia Roberts) Brooklyn’deki evinde eşi Clay’e (Ethan Hawke) dönüp “İnsanlardan nefret ediyorum” demesinden sonra çocukları Archie (Charlie Evans) ve Rose (Farrah Mackenzie) ile birlikte Long Island’da lüks bir malikaneye tatile çıkmalarıyla başlıyor. Ancak “Leave the World Behind” sloganıyla pazarlanan bu malikanede lüks tatil hayali adım adım bir felakete dönüşüyor.
Kitaptan farklı olarak film beş kısımdan oluşuyor ve bu kısımlar içerdikleri spesifik olayların ışığında gerilimi adım adım zirveye götürmeyi başarırken izleyiciye yönetmenin de söylediği gibi “mantıksız bir rüya” yaşatıyor.
Yazının bundan sonrası Leave the World Behind filmine ilişkin sürprizbozan detaylar (spoiler) içermektedir.
Birinci Kısım: Ev
İlk bölümde Standford ailesinin eve yerleşmesini ve nedeni bilinmeyen olayların başlangıcını görüyoruz. İnternetin kesilmesi ve petrol tankerinin kıyıya çarpmasıyla ateşlenen gerilim, malikaneye ev sahibi G.H. (Mahershala Ali) ve kızı Ruth’un (Myha’la) gelmesiyle artıyor. Teknolojik krizlerin yarattığı nedenler sonucunda ev sahibi ve kiracının aynı çatı altında bir araya gelmesi “tuhaf” bir enerji yaratırken, sınıfsal ve ırksal farklılıkların ortaya çıkması bazı ön yargıları görünür yapıyor. Beyaz, orta sınıfı temsil eden Standford’lar ile siyah ve zengin sınıfı temsil eden ev sahipleri Scott’lar arasında bir çatışma doğuyor.

Amanda’nın kendi ailesinin hissettiği korkuyu, annesinden haber alamayan Ruth’un endişelerinin üstünde tutması ve siyahi bir ailenin gösterişli bir malikaneye sahip olmasına içten içe “inanamaması” bu çatışmayı yaratan başlıca etmen oluyor. Filmde, Amanda’nın huysuzluğunun sebebinin mesleği olarak gösterilmesi onu ırkçı söyleminden kurtarmaya çalışsa da film boyunca beyaz-siyah çatışmasının izlerini sürekli görüyoruz.
Yönetmenin “ev” olarak adlandırdığı bu bölümde, karakterlerin ev üzerindeki anlaşmazlıklarını izlerken kendimizi, evin hangi anlamlara gelebileceği konusunda derin bir tartışmanın da içinde buluyoruz. Kültürel bir mirasın yansıması olarak günümüze kadar değişik anlamlar kazanan ev kavramı, filmde onu ortaya çıkaran en basit anlamına dönüşüyor: dış tehditlerden korunabileceğimiz fiziksel bir yapı. Bu noktada kitabın 2020 yılında yazıldığı düşünülürse, film yaşadığımız pandemiyle klostrofobik bir bağlantı da kuruyor. Pandemide kapalı ortamlarda insanları belirli bir uzlaşmaya iten duvarlar, filmde iki aileyi anlaşma yapmaya zorlayan sınırlara dönüşüyor.
İkinci Kısım: Eğim
Bu kısım adını filmde G.H.’nin bahsettiği sayısal bir terimden alıyor. G.H. grafiklerde gördüğümüz sabit eğrinin aşağı yukarı doğru oynamasının değişimleri ifade ettiğini ve bizi uyardığından bahsediyor. Bu noktada film aslında insanlığın gelecekte yaşayabileceği felaketleri öngörebilmesinin mümkün olduğuna vurgu yapıyor. Filmin en gizemli sembollerinden olan “geyikler” de birinci kısımda görünmelerinden sonra sayıları artarak tekrar ortaya çıkıyor ve karakterlere bir şeylerin ters gittiğini ve kontrolün artık insanlarda olmadığını anlatmaya çalışıyor.

Kontrolden çıkan teknolojinin izlerini gördüğümüz ilk kısımdan sonra doğanın da kontrolden çıkışını izliyoruz bu kısımda. Clay’in kendi dilini konuşmayan bir kadına yardım etmemesi, farklı dilde yazılmış broşürlerin drone tarafından dağıtılması bir “iletişim” problemine işaret ediyor ve korkuyu ifade etmenin bir dili olmadığına da şahit oluyoruz.
Günümüzde neredeyse tüm iletişimin teknolojik araçlarla sağlandığını düşünürsek film bize hem bu teknolojiye bağımlı olduğumuzu hem de teknolojinin “yanlış bilgilendirmelere” yol açabildiğini gösteriyor. Böylece kitle iletişim araçlarının toplumları yönlendirmedeki etkisinin ne kadar güçlü olduğunu, panik ve kaos yaratmadaki gücünün büyüklüğünü film aracılığıyla teyit ediyoruz bir kez daha.
Üçüncü Kısım: Parazit
Kaynağı belli olmayan ve kulakları sağır eden sesin yarattığı gerilim, denize çakılan uçaklar ve sahile vuran cesetlerden sonra bu kısımda uzun planlarla gösterilen sürücüsüz Tesla araçlar, yönetmenin güçlü kompozisyonlarıyla “terk edilmişlik” hissini seyirciye geçirmekte başarılı oluyor.

Bozulan gemiler, çalışmayan telefonlar ve televizyonlarla filmin geneline yayılmış olan “teknolojinin ihaneti” temalı olaylarla çaresizleşen karakterler kendilerini komplo teorileri üretirken buluyor ve yaşadıkları panik artmaya başlıyor.
Teknolojinin güvenilmez bir araca dönüşmesi ya da bir anda işe yaramaz hale gelmesi bu tarz filmlerde sıkça işlenen bir tema olarak teknoloji felsefesindeki birçok düşünceye de referans gönderiyor. Bu düşüncelere göre bizi özgürleştirdiğini sandığımız, her işimizi kolaylaştıran teknoloji aslında bir illüzyondur ve biz gitgide bu illüzyona daha da bağımlı hale geliyoruz. Fransız filozof Jacques Ellul “Teknoloji bizi özgürleştiriyorsa neden herkes aynı şeyleri yapmaya çalışıyor?” diye sorarak bu illüzyonu açıklamış ve detaylandırmıştır.
Dördüncü Kısım: Sel
Filmin belirli kısımlarına yerleştirilmiş siyah-beyaz teması tablolar ve satranç tahtası gibi aksesuarlar, karakterlerin önyargıları ve ahlak sorunları hakkında sembolik mesajlar vermeye devam ederken karakterler arasında buzların erimeye başladığını izliyoruz. Amanda ve G.H.’nin dans edip samimi bir konuşma yaparak beyaz-siyah savaşına ara verdiği sahne filmin en vurucu sahnelerinden biri oluyor. Bu sahne aynı zamanda “siyahlar iyi dans eder” stereotipinin de eğlenceli bir kanıtı adeta. Buraya kadar adım adım artan gerilimin ve izleyicinin zihninde biriken soru işaretlerinin bir “sel”e dönüşerek taştığını söyleyebiliriz.

Filmdeki başka bir önemli nokta, filmde yaratılan kaotik dünyanın lüks bir evde geçiyor olması. Düşen uçaklar, evin etrafını saran geyikler, havuzda beliren flamingolar her ne kadar bir şeylerin çok ama çok ters gittiğini anlatıyor olsa da karakterler endişelerini içerek, ateş başında sohbet ederek atlatmaya çalışıyorlar. Muhtemel kıyamet senaryosunun dışında kalan, aksiyondan uzak insanları işlemesi açısından film diğer kıyamet türü filmlerden ayrılıyor.
Beşinci Kısım: Son Bölüm
Finale yaklaşırken, birbirinden çok farklı olan iki ailenin az çok bir bağ kurabildiğini görmeye başlıyoruz. Kıyamet habercisi olarak sayabileceğimiz olayların hiçbiri bu iki aileye doğrudan zarar vermemişken, Rose’un bu kısımda kaybolması ve Archie’nin kan kusmaya başladıktan sonra dişlerinin dökülmesiyle filmde biraz aksiyon görmeye başlıyoruz. G.H. ve Clay, Archie için ilaç bulmaya “hayatta kalma uzmanı” olarak anlatılan Danny’e (Kevin Bacon) gidiyor. Amanda ve Ruth ise ormanda Rose’u aramaya başlıyor. Danny’nin yardım etmeyi reddetmesi üzerine filmdeki erkek karakterler arasında bir gerilim yaşansa da sorun kısa sürede çözülüyor ve G.H. ve Clay, Archie için ilaç almayı başarıyor. Filmde olay örgüsünün beş başlıkta verilmesinin en önemli özelliği, bu kısımda G.H.’nin Clay’e anlattığı “bir devleti devirebilecek hareketin üç aşaması” ile beş kısmın birebir örtüşmesidir: Tecrit, kaos ve iç savaş. Özetle beş bölümde sırasıyla, insanların iletişimlerinin kesilmesini, yanlış bilgilendirilmeleriyle doğan kaosu ve bunun sonucunda birbirleriyle savaşacak duruma gelmelerini izliyoruz.

Amanda ve Ruth da Rose’u aramaları sırasında bir yüzleşme yaşıyorlar. Sürekli laf sokmalarla ve soğuk bakışlarla iletişim kurdukları süre zarfından sonra birbirlerini oldukları gibi kabul etmeye karar verdikleri bu yüzleşme insanlığın değişmeyen gerçeğine işaret ediyor: “Her halükarda birbirimize ihtiyacımız var.”
Bu sırada Rose’u daha önce uzaktan izlediği ama gitmeye cesaret edemediği evde görüyoruz. Karnını doyurduktan sonra adım adım evi keşfe çıkan Rose, evin altında yiyecek ve içecek stoklarıyla dolu, bir çok ihtiyacı karşılayacak ekipmanlara sahip sığınağı buluyor. Sığınağın içinde DVD’lerle dolu olan kısım ise Rose’un film boyunca izlemek istediği Friends finalini bulmasına yardımcı oluyor.
Neden “Mantıksız Bir Rüya”?
Sam Esmail, bir filmin hissedilmesi ve deneyimlenmesi gerektiği üzerine söyledikleriyle aslında klasik hikâye anlatım tarzından koptuğunu da itiraf ediyor. Bu yönleriyle filmin “art house” tarza daha çok yaklaştığını ve deneysel birçok özelliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu da sanat eserinin anlaşılmaktan çok hissedilmek için üretildiği gerçeğine götürüyor bizi.

“Umut Karanlıkta Başlar”
Kabusa dönüşen bu rüyada, karakterlerin hepsi bir şekilde derinlerindeki ön yargıları ve ahlak sorunlarını dönüştürerek ya da dişlerini dökerek yolculuğunu tamamlıyor, ancak filmde baştan sona belirli bir amacı olan ve bu amacı gerçekleştirerek yolculuğunu tamamlayan tek karakter Rose aslında. Rose’un film boyunca Friends finalini izleme hayaline odaklanması anne babaların çocuklarına televizyondaki anlamsız programlara odaklanarak kafalarını kuma gömmeyi öğrettikleri anlamına mı geliyor yoksa bu hayal etmenin umut etmeye eşdeğer olduğunun kanıtı mı? Rose sığınağa inerken duvarda görünen poster nedeniyle ikinci seçeneğe inanabiliriz: “Umut karanlıkta başlar.”
Fragman için:



Etkileyici ve merak uyandırıcı bir anlatım. Leave the World Behind filmini izlemek için güzel bir inceleme. Teşekkürler