
Lars Von Trier; toplumu sert bir şekilde eleştirmekten kaçınmayan, tartışmalı filmlerin senaristi ve yönetmeni olarak biliniyor. Filmleriyle bir yandan izleyiciyi rahatsız ederken diğer yandan da sinematografisine de hayran bırakıyor. Bu yazıda sınırları olmayan bir ailede büyümesinin sinemasına olan etkileriyle kendisini daha yakından tanıyacağız.
Doğduğu Ev Filmlerini Nasıl Etkiledi?
Asıl adı Lars Trier olan Danimarkalı yönetmen, 1956 yılında özgürlükçü bir ailenin 2. çocuğu olarak dünyaya geldi. Danimarka Kominist Partisi üyesi ve 2. Dünya savaşında Nazilere karşı savaşmış olan annesiyle, Danimarka Sosyal İşleri Bakanlığı başkanı ve bir direniş savaşçısı olan babası tarafından hiçbir kural konmayarak yetiştirildi. Nudist ve yahudi bir ailede sanatla iç içe büyümesine rağmen, sevgi başta olmak üzere hiçbir duygunun dışa vurumu yoktu. Küçükken uyku saatine kendi karar verecek kadar özgürlük alanı tanınmış Trier, elbette okul sorumluluklarından da uzak kalmayı tercih etti. Hiçbir kuralla yetişmeyen bir çocuğun okuldaki katı kurallara adapte olması mümkün değildi.
Trier, böyle bir ortamda büyürken 7 yaşında bir cinayet romanı yazdı ve 11 yaşındayken hediye edilen bir kamerayla kendi filmlerini çekmeye başladı. 12 yaşında da bizzat kendisi bir Televizyon dizisi için oyunculuk seçmelerine katıldı ve kazandı. Kendi gibi yönetmen olan Erich Von Stroheim‘a ve Josef Von Sternberg‘e hicivsel bir saygı duruşu olarak soyadına “von” önekini ekledi. Lisenin ardından gittiği Danimarka Ulusal Film Okulu’nda da provokatif davranışlarıyla dikkat çekti.
“Film çekmek dışında hayata dair her şeyden korkuyorum.” diyen, filmlerinde kadın-erkek, suç-ceza, iyi-kötü gibi kavramları ele alıp seyirciye hep farklı sorular yöneltip onları rahatsız etmeyi amaçlayan yönetmen; “İyi bir film ayakkabıdaki taş gibi olmalıdır” diyerek aslında sinemadaki taşın da kendisi olmak istiyordur. Trier’i filmlerinden dolayı provokatör, manipülatör, sapık, kadın düşmanı vb. ilan edenlerin yanı sıra, isyankar ve yaratıcı olduğunu düşünenler de var. Öyle ki Trier filmlerini bütün salonun alkışlamasındansa yarısının yuhalamasından keyif aldığını belirtti. Bu konuda ciddi olduğunu ise şöyle açıklıyor: “Provokatör olduğumu düşünen biri bana vurmak istiyorsa vurabilir. Ama uyarmam gerekir ki bu hoşuma gidebilir. Belki de bu tam olarak bir ceza yöntemi sayılmaz.” Bu sözleri aslında yönetmenin bu kışkırtmadan duyduğu hazzı anlamamız için yeterli.
Hollywood Rüzgarına Karşı “Avrupa”

Karmaşık kamera hareketleri, ağır çekim estetiği, çift pozlama ve siyah beyaz kullandığı ilk üçlemesi “Avrupa” isimli film serisiyle oldu. İlk film 7 uluslararası festivalde 12 ödül alan “Element of Crime” (Suç Unsuru, 1984), ikincisi sonrasında hep başvuracağı bölümlemeleri ilk kez seyirciyle buluşturduğu “Epidemic” (Salgın, 1987) filmi ve Cannes’da Jüri ödülü ve Teknik ödülü kazanan ve serinin en iyi, yönetmenin de en iyi filmlerinden biri olarak görünen Franz Kafka‘nın Amerika romanından esinlendiği “Avrupa” (Zentropa, 1991) filmi oldu. Danimarka’da başta rağbet görmeyen bu yönetmenin filmleri Cannes’da oldukça ilgi görmeye başladı. 1992 yılına geldiğimizde ise yine Zentropa ismini kullanarak kendi film şirketini kurdu.
“İnsanları provokasyona maruz bırakırsanız kendi yorumlarını yapmalarına imkan tanırsınız” diyen Trier, bu üçlemede Avrupa iki yüzlülüğünü izleyiciye yansıtırken yine bunu amaçladı. Karamsarlığın oldukça hakim olduğu her filmde karakterler çözmek istedikleri meselelerle uğraşırken bir zaman sonra baskın olan karşısında etkisiz kalarak yaşadığı katarsisi yönetmen bizlere harikulade bir şekilde sunuyor.
1994 yılında The Kingdom adında bir dizi çekti ve dünya çapında beğeni topladı. 1995 yılında Lars von Trier, Thomas Vinterberg isimli bir yönetmenle yarım saat içinde yazdıkları Dogma 95 adında bir sinema akımı başlattılar. Bu akıma uyan 86 film yapıldı ve içlerinde “Türev”, “Dört Sıvı: Kan” ve “Fem” isimli üç Türk filmi de yer aldı. Kendi ifadeleriyle “erdem yemini” ettikleri ve Hollywood Sineması’na karşı çıkarak gerçekçi filmler yapmak için kurdukları bu manifestoyu ilerleyen zamanda ilk olarak terk edecek kişiler elbette yine Lars von Trier ve Thomas Vinterberg olacaktı. Dogma 95 ile ilgili detaylara buradan ulaşabilirsiniz.
Dogma 95 Etkileriyle “Altın Kalp”

Yönetmenin ikinci üçlemesi olan “Altın Kalp” serisinde kamera tekniği değiştirilerek el kamerasıyla, bir belgesel izliyormuş hissi verildi. Hatta hiç mükemmeliyetçi bir tavırda olmayarak, bazı sahnelerdeki ufak hataları dahi kayda aldı. Dünyanın her yerinden toplam 43 ödül alan ve 28 adaylıkla büyük beğeni toplayan “Breaking the Waves” (Dalgaları Aşmak, 1996) filmini; dört gün gibi kısa sürede yazılan ve dogma prensiplerine göre çekilen “Idiots” (Gerizekalılar, 1996) takip etti. Bu film Cannes film festivalindeki gösteriminde alkış ve yuhalamaların birbirine karışmasına sebep oldu. Son olarak, Dogma 95 prensiplerini terk ettiği, ilk müzikal deneyimi olan “Dancer In The Dark” (Karanlıkta Dans, 2000) ile Altın Palmiye aldı.
Bu seriyi Amerika karşıtlığı ve kadın-erkek eşitsizliğini sorgulamaya iten filmlerden oluşturdu. Lars Von Trier sıklıkla mizojini (kadın düşmanlığı) ile itham edilirken, ünlü feminist yönetmen Chantal Akerman ise Trier hakkında aksini iddia etmiştir: “Kadınlar hakkında çok zekidir. Kadınlara başka hiçbir yönetmenin yapmadığı bir alan açar. ‘Dalgaları Kırmak’ filminde baş karakter Emily Watson İsa’nın ta kendisini canlandırmıştır. ” Fakat serinin son filmi olan Dancer In The Dark filminin başrolünde izlediğimiz Björk‘le sürekli kavga ettiği ve oyuncunun ondan nefret ettiğini sıklıkla dile getirip yüzüne tükürdüğü biliniyor. Aslında yönetmen toplumsal hayatta ahlak dışı değerlendirilebilecek bir durumu karaktere ve onun duygularına yoğunlaşarak anlatıyor. Bu nedenle filmlerinde feminist bir bakış açısı olmaksızın, kadın kahramanların yaşadığı acıyı duygusal pornografiye dönüştürerek seyirciyi huzursuz etmeyi tercih ediyor.
Bir Kapitalizm Eleştirisi Olarak “Amerika”

2003 yılında, o dönem Irak’la savaş halinde olan Amerika’ya yönelik sert eleştirilerde bulunan ve Dogma 95’i tiyatroyla modernize eden “Dogville” (2003) Amerika üçlemesinin ilk filmi. Film çok beğenildi ve uluslararası film festivallerinde çok sayıda ödül topladı. Ancak Cannes ve Altın Palmiye Ödülleri’nde politik ilişkileri etkileyeceği endişesiyle -Moses isimli köpeğin The Palm Dog ödülü hariç- hiçbir ödül alamadı. Dogville’in devam filmi olan “Manderlay” (2005) serinin ikinci filmi olarak çekildi. Üçlemenin son filmi “Wasington” ise hala çekilmedi. Trier istediği zaman bu filmi çekeceğini açıkladı.
Trier’in kapitalizm, burjuvazi ve yabancı düşmanlığı eleştirisi yaptığı bu iki film; topluma uyum sağlamaya, sorunlarla ilgilenmeye ve yine o toplumdaki mağdur insanları kurtarmaya çalışan karakterlerin gözünden anlatılıyor. Bu karakterler filmlerin sonunda toplumun dışına itiliyor ve en sonunda çıldırıyorlar. Karşılaştıkları baskıyla yaşadıkları bunalım onları diğer karakterlerin gözünde suçlu konumuna getiriyor.
Adım Adım Hissettiğimiz “Depresyon”

Daha sonrasında anksiyete ve alkol problemleriyle uğraşırken çektiğini itiraf edeceği bir diğer üçlemede sıra; Depresyon Üçlemesi. İlk olarak yönetmenin Tarkovski’ye adadığı “Antichrist” (Deccal, 2009) filmi, Tarkovski hayranlarının büyük tepkisini topladı. Cannes Ekümenik jüri tarafından, o güne kadarki en kadın düşmanı film olarak ilan edilen bu filme anti ödül verdi. Daha sonrasında ismi gibi melankoliyi iliklerimize kadar hissettiren “Melancholia” (Melankoli, 2011) çekildi ve meşhur Cannes film festivalindeki skandal bu filmin gösterimi sırasında oldu. Trier her zamanki provakatif tutumunu orada da sürdürdü ve talihsiz bir açıklamayla persona nan grata (istenmeyen kişi) ilan edildi. Filmin basın gösterimi sırasında “Hitler’i anlıyorum” demesiyle akabinde özür dileme çabalarına rağmen festivalden men edildi ve elbette hiçbir ödüle layık görülmedi. Son olarak, çok uzun olduğu için ikiye böldüğü “Nymphomaniac 1-2″ (2013) filmleri, gösterildiği her festivalde sıkça ve alenen pornografik öğeler barındırdığı için izleyiciler tarafından büyük tepki topladı.
Bu üçleme Lars Von Trier’in de içinde bulunduğu depresyonun aşamalarını anlatan bir seriydi aslında. Uzun prologlarıyla filmde nelerle karşılaşacağımızı gösterirken ağır çekim sahneleriyle de yaşadığı depresyonu bize hissettirdi. Seride tabloların ve resimlerin yanı sıra farklı müzik türlerini de doğru sekanslarda kullanarak seyircide tam istediği hisleri uyandırdı. Yönetmenin; doğa, pagan kültürü, toplumsal cinsiyet rolleri, iktidar, kadın, modernizm, acı, patriyarka eleştirisi gibi kavramları kullanarak yine sinemayı manipüle etmeyi başardığını söyleyebiliriz.

Son olarak The House That Jack Built (Jack’in Yaptığı Ev, 2018) adında otobiyografik seri katil filminden de bahsetmeden geçmeyelim. Üçlemeleri kadar ilgi görmese de, alışılmışın dışında olarak bu filmde entelektüel donanımını tam anlamıyla kullanarak insanın ancak sanatla bir bütün ve kusursuz olabileceği vurgusunu yaptı Trier.
Lars Von Trier, şiddet, cinsellik, ahlak ve din konularını ele alarak çektiği filmlerle insanları rahatsız hissettirerek özeleştiri yapmalarını amaç edinmiş bir yönetmen. Bu özeleştiri öyle rahatsız edici oluyor ki birçok kişide filmlerini tekrar izleme hissi oluşmuyor. Bu tutumundan ödün vermeden benzersiz filmler çeken ve çok üretken olan Trier’i sansasyonel söylemleriyle sekteye uğratan da yine kendisi oluyor. Evin özgür çocuğu, el kamerasıyla çektiği filmlerini de kendisini de çoğunluktan uzak tutarak, aykırı tavrını sürdürmeye devam ediyor.
Kaynakça:
Shkurny, A. (18.10.22), “The Frightening Chameleon Or How To Get To Know Lars Von Trier” . Web
Akbaba, S. M. (Nisan 2020) “Lars Von Trier’in ve Uygarlığın Huzursuzluğu”. Web
Kabulantok, H. (2016) “Bir Değişik Film Denemesi: Dogville”. Web