Hem İtalyan sinemasında hem de genel sinema tarihinde zamansızlaşan yönetmen Federico Fellini‘den La Dolce Vita (Tatlı Hayat), İtalyan sinemasının en parlak döneminde, 1960 yılında vizyona girmiştir. Aşkı ve mutluluğu arayan, kalitesiz bir gazete yazarının yedi gün ve yedi gece yaşadıklarını gösterir. Üç saat süren film; önsöz, birbirini takip etmeyen yedi bölüm ve sonsözden oluşmaktadır. Başrolünde, zamanında ünlü dünyasını kasıp kavuran Marcello Mastroianni‘nin yer aldığı bu film, seyirciyle buluştuğu günden beri izleyicide ve kültürde etkisini bırakmıştır.
Yazının bu kısmından sonrası spoiler içeriyor!
Cennet Ve İradenin Arasında

Film, önsözde helikopter aracılığıyla büyük bir İsa heykelinin taşınmasıyla açılıyor. İsa’yı taşıyan helikopteri takip eden diğer helikopterde başrol karakterimiz Marcello Rubini (Marcello Mastroianni) ve film boyunca görmeye devam ettiğimiz iş arkadaşı Paparazzo (Walter Santesso) bulunmaktadır. İsa heykeli, antik Roma kalıntılarının üzerinden başlayarak şehir tarafına doğru taşınır ve devam eder. Sanki İsa, geçmişten geleceğe bereket sunuyor gibi bir tablo oluşuyor. Heykelin taşınmasını gören çocukların ve kadınların tepkilerini izliyoruz. Marcello’nun kadınlardan numara almak için durduğunu ancak alamadan gittiğini görüyoruz. Filmin önsözünde bile Marcello’nun işi arasında kendisine daha cazip gelen başka bir şeye yöneldiğini gözlemliyoruz. Bu da filmde bizi neyin beklediğine dair hafiften göz kırpıyor. Roma’nın göz kamaştıran ama içi boş sosyal yaşamında sürüklenen Marcello’nun gerçek bir planı yok ve gerçekten ne istediğini bilmiyor. Üstelik İsa’nın gösterdiği ahlaki yoldan gitmek yerine bu yoldan sapıyor. Bunu filmin genelinde sevgilisi varken ve onu önemserken, yine de şehvet ve tatmin arayışını başka kadınlarda görüp yaşamasında gözlemleyebiliriz. Daima manevi çatışma içinde olan Marcello, ilgisini ne çekiyorsa ve çevresinde ne oluyorsa ona yöneliyor. Hayatın tatlı olmasının hayatı geldiği gibi yaşamakla olduğunu gösteriyor ancak Marcello’nun yaşadığı bu hayat gerçekten tatlı mı? Marcello gerçekten mutlu mu? Yoksa Fellini, Marcello’nun umutsuzca aradığı tatlı hayatın cazibesinin anlamsız ve gerçek tatminlikten yoksun olduğunu göstermek için ironi mi yaptı?
Kaybolmuş Ruh

Fellini, La Dolce Vita’yı birbirini takip etmeyen bir olay örgüsü ile çekmemeyi seçmiş olsa da, kameranın konumundan karakterlerin diyaloglarına kadar her detayıyla sahneleri birbirine bağlamayı ve anlamlarla dolu bir hikaye yakalamayı başarmıştır. Örnek olarak, bağlanmış sahnelerden en önemli olanı filmin ilk ve son sahnesidir. Başta, Marcello İsa’nın heykelini taşıyan helikopterlerin sesinden dolayı duyamaz; bu heykel masumiyetin ve ahlakın sembolüdür. Benzer şekilde, sonda iş işten geçmiş olduğunda da içinde olduğu yozlaşmadan kurtuluşun çağrısını duyamıyor. Dizlerinin üstünde dua edermişçesine karşısında direklerin bir araya getirdiği haç sembolü ile yan yana duran, önceden kilise meleklerine benzettiği Paola’ya öylece bakar. Paola’nın arkasında oynayan çocuklar masumiyeti, Marcello’nun arkasında ölmüş balığı izleyen parti halkı vardır. Bunun gibi paralel sahneler ve mizansene verdiği detaylarla filmin taşıdığı anlam ve değeri de yükseltmiştir.
Tatlı Hayal Kırıklığı

La Dolce Vita, karakterleriyle ve bu karakterlere hayat veren muhteşem oyuncularla Fellini’nin göstermek istediği kendini keşfetmek, içsel savaş, sahip olduklarıyla yetinememek, hayatın peşinde sürüklenmek ve dünyada savaş gördükten sonra akıl sağlığı gibi unsurlarıyla olay örgüsünden ziyade ruh hali ve metaforlarıyla her yaştan izleyicide yankı uyandıracak bir filmdir. Marcello film boyunca hep kinik biri; sahip olduğu aşk dolu sevgilisi gibi sahip olduklarıyla yetinemiyor, hep canı ne istiyorsa onu yapıyor. Ancak yine de tamamen çökmemesini sağlayan ideallerine ince bir ip ile tutunuyordu. Steiner‘ın ölümü bu ipi koparttı. Steiner, evindeki partiden sonra çocuklarını uykuya yatırırken der ki: ”Dünya harika bir yer olacak deniyor. Bir telefon konuşması her şeyi sona erdirmeye yetecekken, bu nasıl olabilir?” Marcello’nun tatlı yaşadığını ve geleceğinin Steiner gibi entelektüel ve zarif olacağını düşündüğü hayatı, Steiner’ın kahredici ölüm haberini getiren telefonla bitmiştir. Steiner, savaşın da getirdiği etkiyle çevresinde oluşan yozlaşmanın farkında ve değer verdiği çocuklarını böyle bir dünya için yetiştirmek istemiyor. Alain Cuny‘nin oyunculuğu, sakin ses tonuyla verdiği öğütlere kıyasla yalnızca mimiklerine gözünüze çarpabilecek stres altında olan birini gerçekten çok iyi oynamış. Filmin yıldızı Marcello Mastroianni ise role tam olarak oturmuş. Karizmasından ödün vermeden bulunduğu her ortama uyum sağlıyor ve Emma ile yaşadığı tartışma gibi yoğun sahnelerde bile o yoğun bıkkınlık ve öfkeyi mükemmel bir şekilde tasvir ederek üstün bir performans sergiliyor. Öne çıkan bir diğer karakter olan Emma’ya hayat veren Yvonne Furneaux, karakterinin derin duygusallığını olağanüstü şekilde yansıtarak akılda kalıcı bir performans göstermiştir.
Kültürel Miras

İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının baş taçlarından biri olarak görülen film, İtalyan sinemasının altın çağı olarak da bilinen 60’lı yılların etkilendiği ülkedeki siyasal ve toplumsal değerlerin değişimleriyle ortaya çıkmış özgürlükçü ruhu ve yaşamı kameraya almıştır. Fellini, İtalyan yaşam tarzını, kültürünü ve zarif modasını dünyaya tanıtmasıyla uluslararası bir ün kazanmış ve sinema tarihi ile popüler kültür üzerinde silinmez bir etki bırakmıştır. Örnek olarak, paparazzi terimi, filmdeki fotoğrafçı karakter Paparazzo‘dan türemiştir.
1961’de siyah beyaz film olarak En İyi Kostüm Tasarımı dalında Akademi Ödülü’nü kazanmıştır. Piero Gherardi’nin zarif tasarımları, filmin estetiğini ve 1960’lar İtalya’sının zarif modasını dünya çapında başarılı bir şekilde popüleştirdi. Özellikle Mastroianni, bedene oturan özel dikim takım elbiseleri, büyük kol düğmeleri ve gündüz ve gece, içeride ve dışarıda taktığı ikonik siyah Persol güneş gözlükleriyle İtalyan sofistikeliğini temsil eden şık ve kontrollü bir tarz sunarak uluslararası izleyicileri büyüledi. Film, karakterleri yansıtmak için de kostümleri kullanmıştır. Filmin genelinde Marcello, kasvetli beyaz gömlek ve siyah bir takım elbiseyle dolaşır. Ancak, son sahnede, eski kimliğinin derin bir şekilde kaybolduğunu gösteren, tam tersi bir şekilde beyaz bir takım elbise ile karşımıza çıkar. Yalnızca Marcello’nun kostümleri değil, Anita Ekberg‘in gözleri büyüleyen Sylvia‘sı, Trevi Çeşmesi’ndeki unutulmaz sahnesinde giydiği dekolteli ve uzun saten elbisesiyle zarafetin beden bulmuş hali gibi görünerek ikonik bir görüntü olarak kalmıştır.
Sanatsal Vizyon

Fellini, La Dolce Vita’yı siyah beyaz çekmeyi seçerek gerçeklik ile fantezi arasında bir denge yaratmış. Bu seçim, akıcı kamera hareketleriyle bir araya gelince filmin düşsel yapısını güçlendiriyor ve bu tür bulanık ancak siyah ve beyaz kadar keskin bir yaşam sürdürdüğünü gördüğümüz Marcello’yu kusursuz bir biçimde yansıtıyor. Geniş açılı çekimlerin sayesinde Marcello’nun dünyasına daha da daldırıyor ve çevresi ile etkileşiminin daha kapsamlı gösteriyor. Sahnedeki insanlar ya da nesneler birbirinin önüne geçmeden, her şeyin görünür olacağı şekilde düzenli bir mizansen yaratılmış. Bu görsel düzenin, Marcello’nun içsel karmaşasına çelişen dışarıdan görünen mükemmel uyumuna değindiğini düşünüyorum.
Her şeyi göz önünde bulundurunca, La Dolce Vita, iki dünya arasında sıkışmış bireyleri yakalayan, savaş sonrası İtalyan toplumunun temel bir tasviridir. İnsan doğası; inançlar, arzular ve idealler arasındaki gerilimi resmederken bu içsel çatışmaları amaçtan kopmuş bir hayatın boş zevkleriyle yan yana getirerek, hızla modernleşen savaş sonrası toplumu eleştiriyor. Sinematik bir klasik olarak yerini hak eden La Dolce Vita, seyirciye dokunaklı bir soru yönlendiriyor: Peki siz, gönül eğlendirmek uğruna ideallerinizin yok olmasına izin verecek misiniz?
Kaynakça
Sivas, Âlâ. İtalyan Sineması. İstanbul: Es, 2004.
”La Dolce Vita ( 1960) Criterion ( 1080p Blu Ray X 265 10bit Tigole)”. Archive.org. Web. 07.11.24