Tepenin Ardı, Abluka ve Kız Kardeşler filmlerinden tanıdığımız yönetmen Emin Alper‘in son filmi Kurak Günler‘i, 33. Ankara Film Festivali kapsamında izledik. Dünya prömiyerini 75. Cannes Film Festivali‘nde yapmıştı. Film gösterim sonrasında uzun süre ayakta alkışlandı. Başrollerinde Selahattin Paşalı ve Ekin Koç‘u izlediğimiz filmde yer alan diğer oyuncularsa şöyle; Selin Yeninci, Erol Babaoğlu, Erdem Şenocak, Nizam Namidar.
Film 180 dakika olarak çekilmiş. Yönetmenin tahmin ettiği süreden biraz fazla olunca bazı sahneleri kesmek zorunda kalmışlar. Filmde sözü geçen keklik avı gibi sahneler kurguda mecburen atılmış ve geriye 2 saat 10 dakikalık bir hazine kalmış.
Filmin konusuna gelirsek;
Seyirciyi, derin bir obruğun ucunda bekleyen iki insanın görüntüleri karşılıyor. Hakim Zeynep ve Savcı Emre…
Birisi henüz baharı yaşarken, diğeri olgun bir sonbahar gibi…
Savcının toyluğu, hakimin uzlaşmacı tarafıyla birbirini dengeliyor. O derin ve hayran bırakan obruğun, belediyenin suçu olduğunu öğreniyoruz. Yapılması gerekenleri sırf daha çok para harcamak gerektiği için reddeden, halkı susuz bırakan ve daha da korkuncu oluşan bu büyük obrukların şehre de musallat olabileceği gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Uzun zamandır kuralık sorunu yaşanan Yanıklar kasabasına yeni bir savcının atanmasıyla hikayeye dahil oluyoruz. Tolstoy‘un da söylediği gibi: ”Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar. Ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.”
Ziyafet…
Savcı Emre (Selahattin Paşalı) henüz ilk görev yeri olan Yanıklar‘a geldiğinde kasabanın bir kuraklık sorunuyla uğraştığını görür ve kaldığı evde de aynı sorunu kasaba halkıyla birlikte yaşamaya başlar. Her sabah uyanıp da yüzünü yıkamak istediğinde, akmayan musluklar ona kasabanın en büyük sorununu hatırlatarak kuru bir günaydın diyordur. Kasabaya henüz gelmiş olmasına rağmen işini sıkı tutuyordur. Kasabanın artık rutini haline gelmiş avlanma ritüelinden sonra kasabaya gelen avcıların (kasabanın ileri gelenleri, esnaf, vs.) kasabada tüfekle ateş ederek dönüşlerini haber vermeleri ve bunu eğlence için yapmaları savcının hoşuna gitmez. Neticede bu bir suçtur ve cezalandırılması gerekiyordur. Bunları yapan kişiler için gözaltı talebinde bulunur ve sonrasında gözaltına alınmasını istediği kişilerden bazıları makamında onu ziyaret ederler. Kasabadaki düzeni savcıya anlatmak ve ayrıca kendilerini tanıtmak amacıyla kibarca yaptıkları bu ziyaret, savcı Emre’yi memnun etmez. Bir yandan da bölgenin belediye başkanı onu evine yemeğe davet ediyordur. Gitmek istemese de daveti kabul eder. Belediye başkanının evinde, hakkında gözaltı kararı aldırdığı Şahin’le karşılaşır ve Şahin’in belediye başkanının oğlu olduğunu öğrenir.
Soruşturma…
Buraya kadar ayrıntılı şekilde anlattığımız film için, belediye başkanının evinde olduğu gece çok önemli diyebiliriz. O gece orada yaşananlar, filmin hikayesinin de dayanak noktasını oluşturuyor.
Tüm gece içtikleri rakı, savcıyı sarhoş eder ve ertesi gün yatağında uyandığında geceye dair pek bir şey hatırlamaz, ancak daha güne başlar başlamaz bir gece öncesinde Çingene kız Pekmez’in tecavüze uğradığını ve dayak yediğini öğrenir. Pekmez ismini duyar duymaz bir gece önce yaşananları hatırlamaya çalışır, ancak görüntülerin çok azı aklına gelir. Bir gece öncesinde yaşananlara tanık olduysa da ne yaşandığından emin değildir. Buna rağmen olaya dair soruşturma başlatır; çünkü bu olay Pekmez’in başına üç kez daha gelmiştir. Hatta bir tanesinin sonucunda hamile kalmış ve bir çocuğu olmuştur. Pekmez akli dengesi tam anlamıyla yerinde olmayan biridir. Bu nedenle onun verdiği ifadeleri çok ciddiye almazlar. Savcı Emre bir yandan suçluları bulmaya çalışırken, bir yandan da acaba o suçlunun ya da suçlulardan birinin kendisi olabileceği düşüncesiyle içten içe kendini yiyordur.
Gözaltı…
Suyun akmadığı ve en değerli şey olduğu Yanıklar kasabasında Emre yıkanmak ve serinlemek için göle gider. Burada Gazeteci Murat‘la (Ekin Koç) tanışır. (Bu iki oyuncuyu karşılıklı oynarken izlemek, aralarındaki kimyanın beyaz perdeden taştığına şahit olmak…) Murat, belediye başkanının tam karşısında yer alan gururlu gazetecilerden biri diyebiliriz. Bu karşıtlıkta yer almanın çok zor olduğu bir yer Yanıklar kasabası. Filmi izledikçe bunu çok daha iyi anlıyoruz. Yanıklar kasabası için, aslında küçük bir Türkiye profili olarak tasvir edilmiş diyebiliriz.
Savcı Emre, Pekmez’in tecavüzcüsünü bulmakta kararlıdır ve daha fazla gözaltı talebinde bulunur. Ara sıra aklına gelen görüntüler ve Murat’ın o geceye dair anlattıklarından yola çıkarak, Emre tecavüzde parmağı olmadığına inanmaya başlar. Tabii içinde hep bir ”ama” taşıyarak…
Yakın zamanda belediye başkanı seçimleri olması nedeniyle halkın desteğini alabilmek için çabalayan belediye başkanının, bir yandan da halkı kandırdığına tanık oluyoruz. Bu noktada kendi kendinin celladı olan bir toplum söz konusu diyebiliriz.
Kandırılmaya hazır ve cahil olmayı sorun etmeyen halkın karşısında kim olursan ol bir şey ifade etmez. Devlet büyükleri dediğin kişilerin seni koruyup kolladığına inanmak istersin. Bu insanların seçilmiş kişiler olarak tek amaçlarının halkın refahını sağlamak olduğuna kendini ikna edersin.
Yönetmenin İmzası Gibi Olan Çatışma Hikayeleri…
Yönetmen birbirine geçmiş çatışma hikayeleri çekmeyi tercih ederken, film yapmayı sadece sanat amaçlı görmeyip, bunu toplumsal bir amaç haline getirmeyi de hedefliyor. Eski filmlerinin anlatılarıyla beslenen filmler çekmesi de kafasında dönüp duran hikayelerin birbirleriyle karışmasını, birbirlerini desteklemesini istemesinden kaynaklanıyor. Sinemayı sadece sanat yapmak amaçlı kullanmayıp, bunu bir silah olarak da kullanabilmesi filmin içinde hissetmemize neden oluyor. Filmde dördüncü duvarı yıkan bir karakter yok, ancak finalinde zirve yapan linç sahneleri seyirciyi öyle bir sarmalıyor ki; farkında olamadan dördüncü duvar yıkılıyor ve izleyici olarak sahnenin içine düşüyoruz. Filmin finali yükseldikçe yükseliyor ve artık filmin içinde hissettiğimiz o sahnelerde kara kara düşünmeye başlıyoruz: Şimdi ne olacak?
Kapana kısılan sadece Savcı Emre ve Gazeteci Murat değil, izleyici olarak da aynı kapanda yerimizi alıyoruz. Ancak devletin iki farklı tarafını karşı karşıya getiren Emin Alper, izleyiciye bir şok yaşatarak finale adını kalın harflerle yazdırıyor.
Linç…
Filmde alt metin olarak geçen, ama aslında film için çok önemli sayılabilecek homofobinin; devletin korku, tehdit ve bezdirme politikası olarak kullanılmasının ürkütücülüğüyle yüzleşiyoruz. Bir insanı sadece eşcinsel olduğu için yerden yere vurup, dışlayıp, kötü kişi ilan etmenin kolaylığı ve bununla halkı dolaylı yoldan teşvik ederek bir linç girişimi başlatmalarına tanık oluyoruz. Emre, başta herkesin alttan aldığı, çekindiği bir savcıyken; bir anda apoletleri sökülen bir adam konumuna düşerek, bir gecede Yanıklar kasabasının ”halk düşmanı” ilan ediliyor.
Bu ülke böyle şeylere çok tanık oldu. Bir gecede görevden alınanlar mı dersin, ertesi gün indirilen devlet adamları mı örnek gösterelim?
Özellikle son yıllarda yaşadığımız politik düzen ve tek tarafa hizmet eden adalet anlayışı sayesinde ülkeyi karanlığa sürükleyen ve tıpkı Savcı Emre’nin yaşadığı gibi karanlık geceler yaşatan bir toplumda yaşamanın nasıl bir şey olduğunu Kurak Günler filminde iliklerimize kadar hissediyoruz. Emin Alper gibi yönetmenlerin çektikleri filmler sayesinde; herkesin kendi gibi olabildiği, özgürce, huzur ve refah içinde yaşamayı hayal ettiği günlerin çok yakında olduğuna dair umut doluyor içimiz.
Kurak Günler ışık saçıyor ve şaşırtıcı finaliyle umut vadediyor. Kurak Günler filminin varlığı, bu ülkede cesur insanlar da var dedirtiyor ve sinemanın iyileştirici bir güç olarak da var olduğunu bize hatırlatıyor.
Oscar Adaylığı?
Aylar boyunca yapılan audition (deneme çekimi) sonucunda oyuncularda ancak karar kılınmış. Bu da aslında Emin Alper’in işi hakkında ne kadar titiz olduğunun kanıtı denebilir. Ekin Koç ve Selahattin Paşalı’yı hangi filme ya da diziye dahil edersen et, her türlü iş yapar mantığından değil de gerçekten rollerine uygun olup olmamalarına göre değerlendirmesi sinemacı tavrı açısından takdir edilesi bir hareket olarak değerlendirilebilir.
Filmin ismi ve anlattığı hikayenin bir alt metni olarak iklim değişikliğine de göz kırpan yönetmen, toplumun yaşadığı tüm sorunlara değinerek seyirciyi sarsmayı amaç edinmiş gibi görünüyor.
Sinematografisinin epey iyi olduğu, kamera açılarıyla filmin içinde gibi hissettiren sahneler sayesinde seyirciyi büyüleniyor ve kafasında hep aynı soru yankılanıyor: ”Türkiye’nin Oscar adayı neden Kurak Günler değil?”
Son olarak filmin, Altın Portakal Film Festivali‘nden 9 adet ödülle döndüğünü de ekleyelim.
9 Aralık‘ta vizyona girecek filmi sinemada izlemenizi tavsiye ederiz.