“Ya yolun kendisi ulaşmak istediğimiz yerden daha kıymetliyse?”
Hayatta hepimizin peşinden koşup ulaşmaya çalıştığı hedefler var. Kimimiz başarıyı, kimimiz kabul görmeyi, kimimiz de sadece mutlu olmayı istiyoruz. Bu hedefe giden yolda karşımıza çıkan zorluklar bizim öz mücadelemizi şekillendiriyor. İşin aslı, bu yola nasıl baktığımızda gizli. Çünkü bazen yolun kendisi, varmak istediğimiz yerden çok daha kıymetli olabiliyor. Küçük Gün Işığım (Little Miss Sunshine), bize tam da bunu anlatıyor. Bir ailenin birbirinden farklı ama bir o kadar da tanıdık karakterleri üzerinden başarının aslında ne olduğunu düşündürtüyor.
Film, birilerinin beklentilerine göre şekillenmek yerine, kendimizi olduğumuz gibi kabullenmenin ne kadar değerli olduğunu gösteriyor ve biz de o sarı minibüste onlarla bu yüzleşmeye şahit oluyoruz. Filmdeki ana temaları ve bu temaların öne çıkardığı sahne ve karakterlere bir göz atalım.
Kazananlar ve Kaybedenler
“Dünyada iki tür insan vardır: kazananlar ve kaybedenler.
Ve bu iki tür arasındaki fark ne biliyor musunuz?
Kazananlar asla vazgeçmez.”
Küçük Gün Işığım, daha ilk dakikalarından karakterler hakkında bizlere ipuçları vermeye başlıyor. Neredeyse herkesin bir hedefi var ama tek ortak özellikleri aslında sadece hedeflerinin olması. Hepsi, bir şeylere ulaşmaya çalışıyor fakat bu yolculukta birbirlerinden çok farklılar.
Richard

Richard, dışarıdan bakıldığında başarı odaklı bir baba figürü. Hayata net bir gözlükle bakıyor. Onun için hayatta sadece iki tür insan var: kazananlar ve kaybedenler. Başarısızlık, affedilmez bir durum değil, yok sayılması gereken bir varoluş biçimi. O kadar takıntılı ki başarısız olmayı neredeyse varoluşsal bir kriz gibi görüyor. Kendi geliştirdiği “9 basamaklı başarı programı” bile var. Ancak ironi şurada başlıyor ki Richard başarıyı savunduğu kadar kendi hayatında başarısız bir motivasyon konuşmacısı. Sunum yaptığı salondaki katılımcılar neredeyse parmakla sayılamayacak kadar az ve ne dinlediklerinden de bihaberler. Yani, savunduğu sistem, kendi hayatında pek de işlemiyor.
Olive

Olive ise babasının tam tersi bir karakter. Güzellik yarışmalarındaki kadınlara bakıp kendisini onlarla kıyaslayıp katılmak istediği yarışmadan vazgeçebilirdi ama onun en güzel ya da en yetenekli olma çabası yok. Olive, kendisiyle barışıktır ve bu özelliği onu ailesinin merkezine koyar. Hayatın bir yarışma olmadığını, başkalarının kurallarına uymak zorunda olmadığının farkındadır. Önemli olan, sahneye çıktığında nasıl hissettiğidir.
Bu karakterlerin tezatlığını yansıtan diyaloğa filmin başlarında Olive’in Küçük Gün Işığı Güzeli yarışmasına kabul aldığı telefonun gelmesiyle bir fikir sahibi oluruz:
Richard: Kazanmayacağını düşünüyorsan bir yarışmaya katılmak mantıklı değil. Bu yarışmayı kazanabileceğine inanıyor musun?
Olive: EVET!
Gerçeğin Yükü- Dwayne

“Yaşamak acı çekmektir,
Hayatta kalmak acıda bir anlam bulmaktır.”
Dwayne, ilk bakışta hayattan bezmiş, içine kapanık bir ergen gibi görünüyor olabilir. Ama sessizliğinin altında derin bir arayış, büyük bir hayal ve kırılgan bir kalp yatıyor. Hayatın gürültüsüne karşı sessizliğini kalkan yapmış. Aylarca tek kelime etmemiş çünkü konuşmanın, kafasındaki karmaşayı ya da ailesiyle olan uzaklığı çözemeyeceğine inanıyor. Onun tüm odağı bir tek yerde toplanmış: savaş pilotu olmak. Uçmak, belki de biraz dünyadan uzaklaşmak… Nietzche okumak Dwayne’nin hayatının büyük bir parçası çünkü bir yön, neden arıyor. Her şeyin kontrolünde olduğunu düşündüğü o kafasının içinde kendine bir yol çizmiş. Konuşmak bu yolun bir parçası değildir; çünkü kimse seni gerçekten duymuyorsa kelimeler bazen fazlalık gibi gelir.
Hayat bizim çizdiğimiz yoldan gitmeyi pek sevmez. O sarı minibüsle çıkılan tuhaf aile yolculuğu, Dwayne’in içsel yolculuğunu da tetikler. Bir anda her şeyi altüst eden o gerçeği öğrenir: Renk körüdür. O an aylar süren sessizliğin ardından bir fırtına taşar. Dwayne ilk kez ağzından çıktığı kadar bağırır; acıyla, öfkeyle, çaresizlikle…

Bu birikmiş öfke ve bıkkınlığın sonucu olan krizi şefkatli bir dokunuş sonlandırır. Olive, tüm masumiyetiyle gelir ve sadece ona sarılır. İşte o an anlarız: bazen en etkili ilaç sözler değil, sessiz bir dokunuştur. En büyük kabullenme olduğun gibi sevmek ve sevilmekten geçer. Dwayne’nin kaderiyle barışma süreci ailesini olduğu gibi sevmeye çalıştığında başlıyor.
Hayat bazen planladığımız gibi gitmese de gittiği haliyle de güzeldir. Belki pilot olamayacak ama hala uçabileceği başka yollar var ve bu yolları görmeye şans veriyor. Belki bazen rotadan sapmak, bizi asıl gitmemiz gereken yere götürür. Eğer uçmak istiyorsak bir yolunu buluruz.
İçsel Savaşlar

“Asıl keşfetme yolculuğu yeni manzaralar aramaktan değil,
yeni gözlere sahip olmaktan ibarettir.”
Frank’in varoluşsal sorgulamaları ve Sheryl’in görünmez yükleri, filmdeki en çarpıcı içsel savaş örnekleri olarak karşımıza çıkar.
Frank

Frank karakteri, ilk bakışta sessiz, kırılgan ve hayatla bağını neredeyse koparmış bir adam olarak karşımıza çıkar. Film boyunca da sık sık hatırlatıldığı gibi, Frank bir akıl hastanesinde başarısız bir intihar girişiminin ardından ailesinin yanına döner. Kız kardeşi Sheryl, onun için son bir sığınak olmuştur; geçmişin yükünden kaçabileceği tek liman. Yaşamı boyunca peşinden koştuğu hedef “bir numaralı Proust uzmanı” olmaktı. Ancak, akademik kariyerindeki büyük düşüş ve aynı zamanda yaşadığı aşk acısı onu derin bir varoluş krizinin içine sürüklemiştir. İşini ve itibarını kaybedince kendi değer algısı tamamen çökmüştü. Başarısızlık, onun için sadece bir mesleki çöküş değil adeta bir hiçlik damgasıydı.
Frank’in yaşadığı içsel çatışmalar, film boyunca hem mizahi hem de son derece empatik bir dille işlenir. Yalnızlık, reddedilme ve hayal kırıklığı gibi temalar; filmde onun bakışları, duraksamaları ve kısa ama anlamlı diyaloglarıyla görünür hale gelir. Yaşadığı durumda ailesiyle çıktığı sıra dışı yolculuk ona beklenmedik bir iyileşme fırsatı sunar. Özellikle Olive ve Dwayne ile kurduğu bağlar, Frank için görünmeyen bir tedavi süreci gibi işler çünkü ne olursa olsun yanında birilerinin varlığını hissetmek ona yeniden yaşama tutunabileceği bir neden verir.

Genel olarak gözlemci bir rolü olsa da zamanla Dwayne ve Olive’ın hayatlarında bir yer bulur. Olive’e hayatın gerçek başarıyı acı çekerek ve mücadele ederek sunduğunu anlatması onun yalnızca bir akademisyen değil, acının içinden konuşan bir adam olduğunu da gösterir. Özellikle Dwayne renk körü olduğunu öğrendiğinde ona aceleyle bir teselli sunmaz; onun yanında sessizce bekler, yanında olduğunu ona hissettirir. Çünkü Frank bilir, bazı acılar konuşularak değil, sadece paylaşarak iyileşir. Ve o anda da söylediği gibi: “Gerçek büyüme, gerçek başarı, tam da bu en karanlık anların içinden gelir.” Frank, onları iyileştirirken aslında kendi yaralarını da sarmaya başlamıştı. Belki hala kendince çözemediği şeyler vardı ama artık yalnız değildi.
Sheryl

Sheryl, ailesini bir arada tutmaya çalışan sabırlı, güçlü bir anne figürü olarak karşımıza çıkar. Hayatı, sürekli kontrol etmek zorunda hissettiği bir kaosun ortasında dengede durmaya çalışma savaşıdır. Ailesinde herkesin kriz halinde olduğunu çok iyi bilir: eşi Richard başarısız bir motivasyon koçu olmanın eşiğindedir, oğlu Dwayne sessizlik yemini ederek hedefi için dünyaya sırtını dönmüştür, kardeşi Frank intihar teşebbüsünden yeni çıkmıştır, Edwin ise bağımlılık sorunlarıyla boğuşmaktadır. Bu tabloya rağmen Sheryl, sanki her şeyi normalleştirmek zorundaymış gibi davranır. Kendi yorgunluğu ve tükenmişliği üzerine düşünmeye vakti bile yoktur çünkü herkesin ona ihtiyacı vardır.
Tüm bu fırtınalı tablonun ortasında Sheryl, film boyunca neredeyse hiç kendisi hakkında konuşmaz. Ne hissettiğini ne istediğini ne kadar kırgın olduğunu doğrudan ifade etmez. Çünkü o, kendini ailenin duygusal denge noktası olarak görür. İçten içe, eğer o da dağılırsa her şeyin çökeceğinden korkar. Bu yüzden Sheryl’in savaşı, görünmeyen ama ağır bir yüktür. Bu görünmez savaş, Sheryl’in karakterine derin bir trajedi ve aynı zamanda saygı uyandıran bir güç katmaktadır. O, hayatı boyunca belki de kimsenin fark etmediği bir sabır gösterisi sergilemektedir. Ve bir noktada da anlarız ki, Sheryl’in en büyük cesareti büyük zaferler kazanmakta değil, küçük yenilgiler karşısında dayanmayı başarmaktadır.
Amor Fati!
“Ne olursa olsun, sen kendince bir şeyler yapmaya çalıştın ki bu çoğu insanın yaptığından daha fazlası.”
Edwin

Edwin’e baktığımızda alışılmış büyükbaba rollerinden uzak bir karakter görüyoruz. Bir yandan hayat dolu, çılgın; diğer yandan içinde barındırdığı hayat dersleriyle derin bir bilgelik taşıyan bir ihtiyar. Uyuşturucu bağımlılığı yüzünden huzurevinden atılmış ve ailesinin yanına yerleşmek zorunda kalmış. Torunu Olive’e olan sonsuz inancı ve sevgisi belki de Olive’i bu kadar kendiyle barışık, cesur ve umut dolu biri yaptı. Ailenin yaşadığı birçok farkındalığın, Olive’in dünyayı kucaklayan bakış açısıyla başladığını düşündüğümüzde, aslında tüm bu küçük devrimin kökeninin Edwin’e dayandığını görmek hiç de zor değil.
Karakteri hayatın inişlerini, çıkışlarını ve kaçınılmaz sonunu temsil eden güçlü bir simge. Ölümü, hikâyenin ortasında ansızın yüzümüze çarpıyor. Bir yandan trajik bir, yandan da garip bir şekilde sıradan… Sanki hayat, bu kaotik ailenin bir mola bile vermesine izin vermeden en sert darbesini indiriyor. Hatta Richard gibi bir karakterin bile, göstermemeye çalışsa da, babasının ona ara sıra verdiği destekler ve ufak sohbetlerden etkilendiğini görebiliyoruz. Ama Edwin’in hikayesi burada bitmiyor. Ölümü, sadece fiziksel bir ayrılık. O hem Olive’in özgüveninde hem de ailenin yaşadığı kırılmaların ardından birbirlerine yeniden sarılmalarında varlığını sürdürüyor. Edwin’in göçmüş ruhu tüm bunların içinde yaşıyor.
Hayat ne kadar saçma ve adaletsiz olursa olsun, devam etmekten başka çaremiz yok. Yaşamaya mecburuz. Sevdiğimiz insanlar geride sadece anıları değil, bize güç verecek bir iz yüreğimize dokunan görünmez bir rehber de bırakırlar. Edwin’in kaybı, Hoover ailesine eski dertlerde kaybolmak yerine birbirlerine tutunmaları gerektiğini, kusurların aslında sevginin gerçek hali olduğunu anlatıyor.
Super Freak!

“Bizi mutlu eden şey, herkesin alkışladığı bir sahne mi,
yoksa sahneye çıktığımızda yanımızda kimlerin olduğu mu?”
O unutulmaz dans sahnesi, aslında bireyselliğin, aile bağlarının ve hayata meydan okumanın coşkulu bir kutlaması. Olive, güzellik yarışmasının yapay ve objeleştirici dünyasına hiç uymayan, kendi özgün dansıyla yalnızca sahnedeki değil, toplumun dayattığı tüm standartlara cesurca meydan okur. Başta onu şaşkınlıkla izleyen ailesi ise sonunda sahneye çıkarak Olive’in özgüvenine ve özgünlüğüne omuz verir böylece yalnızca Olive’i değil, kendilerini de özgürleştirdikleri bir direnişe dönüşür bu dans. Bu an, herkes için “başarı” kavramını yeniden tanımladığı bir dönüm noktasıdır. Önemli olanın kazanmak olmadığını Richard da dahil herkes anlamıştı. Edwin’in ölümü ile ivme kazanan birliktelik duygusu bu dansla beraber ailenin her üyesinin hem kendilerini hem de birbirlerini kabullenişlerinin simgesi haline gelir.
Bence bu sahnedeki şarkı seçimi de tam olması gerektiği gibi: Super Freak! Yani Muhteşem Ucube! Mükemmelleştirmeye çalıştığımız hayatlarımız, varoluşumuzu zenginleştireceğiz diye kendimizden uzaklaştığımız yollar çizmemiz, hata yapmanın getirilerini görmektense sadece başarıya ve başrol olmaya odaklanmamız… Küçük Gün Işığım, bu çabaların günün sonunda ne kadar değersiz olduğunu gösteriyor, mutluluğun, en iyi olmaktan değil, kendi iyimizi bulmaktan geçtiğini anlatıyor. Belki toplumun bize dayattığı algılara uymayız ama muhteşem ucubeler oluruz, kendi renklerimizi buluruz.
Kaynakça
Öne çıkarılan görsel: IMDb
- Cinema Therapy, Therapists Reacts to LITTLE MISS SUNSHINE with Directors Jonathan Dyaton & Valerie Faris, 23 Şubat 2024, Web.
- The Stories We Tell, Little Miss Sunshine-Accepting the Absurd, 8 Temmuz 2024, Web.
- Ryan Hollinger, Why Little Miss Sunshine is Special, 7 Nisan 2016, Web.