Çağdaş İran edebiyatının kurucuları arasında gösterilen Sadık Hidayet, 1900’lerin başında Tahran’da dünyaya geliyor. Yaşamının ilerleyen dönemlerinde Avrupa’da bulunarak farklı edebiyat çevreleriyle bir araya gelme olanağı buluyor. Fransız dili ve edebiyatı konusunda kendisini geliştiriyor. Batıyla kurduğu temaslarla kendini besleyen Hidayet, daha sonra tekrar İran’a dönüyor. Fakat yazdıkları İran’ın o zamanki baskıcı rejimi tarafından yasaklı içerikler olarak etiketlenince eserlerini yayımlamak için Hindistan’a gidiyor. Yaşamına bakıldığında çocukluğundan itibaren temelde ailesinden izole bir yaşamla tezahür bulmakla birlikte dünyadan bir kopuş hali görülüyor. Dünyadan kopma halinin en uç noktası olarak da yazar, 1951’de Paris’te gaz vanasını açıp intihar ederek bu dünyadan ayrılıyor. Yazarın yaşadığı varoluşsal boşluk, yabancılaşma gibi ruhsal durumlar doğal olarak eserlerinin teması üzerinde de belirleyici oluyor. Genel olarak eserlerinde depresif, karamsar bir hava hüküm sürüyor.
Sadık Hidayet Kör Baykuş’a; “Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.” (sf.15) diyerek oldukça çarpıcı bir giriş yapıyor. Daha ilk cümleden itibaren insanın içini burkan derin bir yalnızlığı haber veriyor okurlarına. “Lakin tek korkum: Yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan.” cümlesiyle yazarın benlik arayışına şahitlik ediyoruz. Anlatıcı, yazmaya başlamakta karar kılmasını da bu arayışa bağlıyor. “Fakat ben gölgem için yazıyorum, gaz lambasının duvara yansıttığı gölgem için. Kendimi ona tanıtmalıyım.” (sf.16)
Hikaye kahramanının aşağılık olarak nitelendirdiği dünyada olağanüstü bir kadın görmesiyle olay örgüsü başlıyor. Bir halüsinasyon olarak değerlendirilebilecek bu imgeden sonra kahraman, kadının kaybını bastırmak için afyona ve uyuşturucuya başvuruyor. Bunun yanında dünyadan izole odasında kalemdanlara çizdiği resimlerle gerçek dünyadan iyice uzaklaşıyor. Kalemdanlara çizdiği resimler her seferinde birbirini tekrar ederek bir servi altında bağdaş kurmuş bir ihtiyardan oluşuyor. İhtiyar ve kalemdana çizilen resim, roman içerisinde birçok kez farklı şekillerde kendini tekrar ediyor. Kimi zaman gerçek bir karşılaşma olarak kimi zaman düşlemsel bir düzlemde aynı tablo karşımıza çıkıyor.
Kurgu içerisinde zaman zaman “kahpe karım” diye nitelendirdiği, bir imge olarak beliren kadın figürü, kahramanın tüm iç dünyası üzerinde sarsıcı bir etkiye sahip oluyor. Olağanüstü bir varlık olarak ifade edilen bu kadın imgesi, kahramanın tüm benliğini ele geçirerek hayatının öznesi haline geliyor. “Bense onun gözlerine muhtaçtım, bir bakışı yeterdi; felsefenin bütün müşküllerini, teolojinin bütün muammalarını çözmeme yeterdi. Bir bakışı, diğer rumuz ve sırları alırdı benden, açardı. (sf.21) Anlatıcının zihnindeki afyon etkisiyle de pekişen çarpıklık, kurgu boyunca devam ediyor. Mevcut algısal bozukluk ile birlikte metin; hayal ve gerçek arasında bir yerlerde okuyucuyu bulanık bir dünyaya sürüklüyor.
Roman içerisinde bir diğer tema olarak da ölüm ön plana çıkıyor. Soyut bir görünümdeki kadın, kahraman tarafından ölü olarak tasvir ediliyor. Ölüsü bile kahraman için saplantılı bir değer taşıyor. Öyle ki kahraman, ölüsüne başka gözler değmesin diye kadının cesedini parçalara ayırıp bir bavulla gömüyor. Kahramanın kadına duyduğu saplantılı duygu ve kadının cesediyle olan ilişkisini kapsayan süreç, Freud’un bahsettiği saldırganlık ve cinsellik içgüdüleri olarak bilinen Eros ve Thanatos‘un tezahürü olarak değerlendirilebilir. “Cinsel ilşki anında, iki kişi yalnızlıklarından kurtulmak için birbirine yapışır, herkeste aynı delice kıpırdanışlara bir kapıdır bu, ve yavaş yavaş ölümün derinliklerine yönelmiş bir pişmanlıkla karışıktır…” (sf.64)
Kitabın ilerleyen bölümlerinde kahraman mental ve fiziksel bir tükenmişlikle yatağa düşüyor. Yatağa düşmesiyle birlikte o “ayaktakımı” olarak nitelendirdiği ve iğrendiği dünyadan çok daha farklı bir dünya açılıyor önüne. Bu dünya onun için hem yeni, hem de alışılagelmiş bir tanıdıklık içeriyor. Hem kendisi, hem de dönüştüğü biri olarak görülüyor. Bu kısımda daha çok varoluşsal sorgulamalar ve yalnızlık teması ön plana çıkıyor. “Odamı sınırlayan dört duvar arasında, varlığımı ve düşüncelerimi kuşatan hisarın içinde ömrüm azar azar eriyor bir mum gibi, hayır, yanlışım var, ömrüm bir oduna benziyor, ocaktan düşen bir oduna: Öteki odunların ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş, ama ne yanmış, ne olduğu gibi kalmış bir oduna benziyor.” (sf.38) Kendini ölümün eşiğinde gören kahraman, tüm değerlerini sorgulamaya başlıyor. Ölümü en ince ayrıntılarına kadar tasvir ediyor. “Yalnız ölüm yalan söylemez! Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır.” (sf.64) Bayağı görülen dünyadan ve o dünyadaki tüm genelgeçer gerçeklerden tecrit bir halde kendi dünyasıyla mücadele ediyor.
Felsefi ve psikolojik ögeler içeren Kör Baykuş, postmodern bir roman olarak değerlendiriliyor. Zaman ve mekan olgularının iç içe geçtiği görülüyor. Farklı bilinç durumlarıyla okurun önüne büyülü bir dünya sunuyor. Aynalar, yanılsamalar, düşler, gelgitlerle örülü bir kurguyla okuyucunun zihninin sınırlarını zorluyor.
Kaynakça:
Aydın, Ş. Türkiye’de Sadık Hidayet, Journal of Awareness, Cilt 3, Sayı 4, 2018.
Yüzücü, Ö. Tezer Özlü ve Sadık Hidayet’in Eserleri Üzerine
Karşılaştırmalı Bir İnceleme, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, 2017
Öne çıkan görsel: evrensel.net