Özellikle Yunan ve Roma Mitolojisi; bizlere yüzyıllar önce insanların doğayı nasıl yorumladığı, nasıl algıladığı, bilimin var olmadığı bir çağda evren gerçekliklerini nelere dayandırdığı hakkında kuvvetli ipuçları veren zengin mitolojilerdir. Doğa karşısında bir başına olan insan, varoluş sebebini adlandırmak istemiştir.
Yunanlılar da tanrılarını kendilerine benzetmeyi tercih etmiş, onların yaşayış şekillerini kendilerine yakınlaştırmıştır. Hal böyle olunca da mitolojik öyküler de biz sıradan insanların hayatında var olan duygularla süslenmiştir. Kıskançlık, aşk, korku, merak, acı çekme gibi duygular yeri ve göğü yaratan, insana can veren, şekilden şekile girebilen tanrılar tarafından da hissedilebilir olmuştur. Ve tüm bu duygular; tiyatrodan şiire, resimden müziğe, operadan baleye kadar birçok sanat türünde de etkisini göstermiştir. Fakat hiç şüphe yoktur ki en çok resim sanatında bizlere “ben buradayım” demiştir.
Bu yazımızda tablolara konuk olan mitolojik hikayeleri inceleyeceğiz.
Golden Apple of Discord –Jacob Jordaens (1633)
Daha önceki Truva Savaşından Hemen Öncesi: Tarihin İlk Güzellik Yarışması adlı yazımızda mitolojideki İlk Güzellik Yarışmasını sizinle paylaşmıştık.
Aynı hikayenin bir ürünü olan bu tablo 1633 yılında Jacob Jordaens tarafından yapılmıştır. Kıskançlık tanrıçası Eris, intikam almak için davet edilmediği bir düğünün ortasına üzerinde “En Güzele” yazan altın bir elma atar. Bildiğimiz mitolojik ipuçlarına ve tablonun ismine bakarak bu resmin akabinindeki bir tartışmadan olduğu bariz. Resmin merkezinde bulunan baştaki nü tanrıçanın, “güzelliğin örtü istemediğine inanan” Afrodit olduğu kuvvetli bir ihtimalken hemen arkasında elmaya uzanan tanrıçanın ise savaşçı kıyafetlerine bakarak Athena olduğunu düşünebiliriz.
Mercury and Argus – Peter Paul Rubens (1636-38)
Çapkın Zeus, Hera’nın hizmetindeki Io’ya aşık olur. Fakat Io’nun da sonunun diğer aşıkları gibi olmasından korkarak onu bir ineğe kendini de bir boğaya çevirerek onunla birlikte olur. Çok geçmeden durumu fark eden Hera, Io’yu yüz gözlü bir dev olan Argus’a emanet eder. Böylece bu ilişkiyi engelleyebileceğini düşünür. Io’suz yapamayan ve onun bu durumuna üzülen Zeus, oğlu Hermes’e (Mercury) büyülü bir flüt ile Argos’u uyuttuktan sonra öldürmesini söyler. Bu şekilde Io serbest kalabilecektir. Bu görevi başaran Hermes tüm gözleri kapandıktan sonra Argos’u tabloda gördüğümüz gibi bir elindeki kılıçla öldürür. Diğer eline baktığımız zaman, büyülü flütü görebiliriz.
Ayrıca sanatçı bu resimde Argus’u çok gözlü bir dev olarak değil de insan formunda çizmeyi tercih etmiş. Başının eğik oluşunu ve gözlerinin görülmüyor oluşu da bizlere Argus’un görevini yerine getirmediğini anlatmak istiyor olabilir.
Zincirli Prometheus – Peter Paul Rubens (1610-18)
Aslında mitolojik öyküleri incelediğimizde Prometheus’un neden bu kadar büyük bir cezaya çarptırıldığının tartışmalı olduğunu söyleyebiliriz. Prometheus üçüncü kuşak tanrılardan Zeus’un, kardeşlerini kurtarmasında ve titanları devirmesinde yardımcı olmuş bir ikinci kuşak tanrıdır. Bu sebepten aralarında daha sıcak bir ilişki var gibi görünse de Zeus bir gün aynı şeyi Prometheus’un kendisine de yapabileceğini düşünerek “devrim bir gün kendi çocuklarını yer” mantığıyla ona böylesine büyük bir ceza vermiş olabilir. Ama daha bilinen bir hikaye olarak bu tablo Prometheus’un Zeus’u kandırması sonucu hak ettiği bir ceza olarak yorumlanabilir. Prometheus insan ırkına sevgi besleyen bir tanrıdır. Hem ateşi tanrılardan çalıp insanlara vermesi hem de etin lezzetli, güzel kısımları hakkında yapılan bir tartışmada Zeus’u kandırması üzerine bu cezaya çarptırıldığı daha görünen sebeptir. Onu Kafkas Dağları’nın zirvesine hapseden Zeus her sabah bir kartalın gelip Prometheus’un ciğerini yemesi ve ciğerin de her gün yenilenmesine karar vermiştir ve bu ceza 30.000 yıl sürecektir.
Bu eser ise günümüzde Philadelphia Sanat Müzesinde sergilenmektedir. Barok Dönemi’nin en büyük ustalarından biri olan Peter Paul Rubens dönemin popüler sanat akımını bu resimde kusursuzca uygulamış gibi gözüküyor.
Resimde Prometheus’un yüz detaylarına baktığımız zaman da görebileceğimiz gibi ölümsüz olan Prometheus aynı zamanda acıyı hissetmektedir ve içgüdüsel olarak kendini korumaya çalışmış ve geriye doğru yuvarlanmıştır. Damarlarının şişmesi, kaslarının kasılması bizlerde empati duygusunu oluşturabilecek güçtedir.
Barok Dönemi hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için aşağıdaki yazılarımızı inceleyebilirsiniz.
Fransa’da Barok Sanatı ve Öncüleri
İtalya’da Barok Sanatı ve Yaratıcıları
Psyche Gizli Aşığının Cupid Olduğunu Keşfeder – Maurice Denis (1908)
Bu tabloyu yorumlamak için yine bir aşk öyküsünü bilmeye ihtiyacımız var. Latin yazarlar tarafından anlatıldığı için bu öyküde Eros’un ismi Cupid olarak geçer.
Ölümlü Psyche’ın güzelliğinin herkesçe konuşuluyor olmasından rahatsız olan Venüs (Afrodit) oğlu Cupid’e (Eros) Psyche’ı dünyanın en çirkin insanına aşık etmesini ister. Annesinin ricasını kıramayan Cupid oklarını hazırladığı sırada Psyche’a kendisi aşık olur. Ve Apollon aracılığıyla kızın ailesinden onu kayalıklı bir tepeye bırakmasını ister. Orada uykuya dalan Psyche gözlerini bir sarayda açar. Her gece gelip onunla karanlıkta vakit geçiren bir kocası vardır ama yüzünü asla göstermez.
Öykünün devamını tasvir eden bu tabloda Psyche, merakına yenik düşmüş ve kendisiyle birlikte olduktan sonra uyuya kalan eşinin yüzünü görebilmek için yatağının yanında sakladığı lambayı onun yüzüne yaklaştırır.
İzlenimcilik ve modern sanat geçiş döneminin önemli isimlerinden Maurice Denis tarafından yapılmıştır.
Venüs’ün Doğuşu – Sandro Botticelli (1482-86)
Venüs veya Yunan Mitolojisindeki ismiyle Aphrodithe‘ın doğumu oldukça ilginç. Güzelliğin, şehvetin tanrıçası Aphrodithe, bir çocukluk veya büyüme süreci geçirmemiş Kronos‘un babası Uranüs‘ü hadım edip cinsel organını denize atması sonucunda deniz döllenir ve Aprodithe bir kadın olarak doğar. Zaten onun şehvetini gizlememesi, çıplaklığı ile var olmakta bir edepsizlik hissetmemesinin temeli de bu şekilde ailesiz, çocukluksuz bir şekilde doğması olarak düşünülür. Resme dikkatli baktığımızda güzel tanrıçanın etrafına güller döküldüğünü görüyoruz. Bu güller rüzgar tarafından dökülmüş olabilir. Antik dönem eserlerindeki deniz kabuğunu vulvaya benzetme geleneği bu eserde de devam etmiş görünmektedir.
Bu noktada birkaç cümle de Sandro Botticelli hakkında söylemekte fayda görüyoruz. Botticelli Rönesans dönemine etki eden İtalyan bir ressamdır. İnce, uzun boylu, zarif kadın figürleri de onun estetik anlayışının vazgeçilmez bir parçasıdır. Dolayısıyla da güzellik tanrıçasının onun resimlerinde önemli bir yer tutması da hiç şaşırtıcı değil.
Kaynakça: Mitologya Edith Hamilton
www.britannica.com
Resimler: İstanbul Sanat Evi