Sadece edebiyat ile sınırlı olmayan Gotik kavramı; tarih, mimari ve moda gibi alanlarda da kendini göstermektedir. Gotik denilince kasvetli ve karanlık bir hava, terkedilmiş ortamlar ve koyu renklerle bezenmiş gizemli figürler ile birlikte olağanüstü durumlar insanların aklında yer eder. Tüm bu akla gelen özellikleriyle Gotik, edebiyatta da köklü bir yer edinerek günümüze kadar tutunmuş ve edebiyat okuyucuları arasında oldukça popüler bir tür hâline gelmiştir.
Gotik Edebiyat Nedir?

Gotik edebiyat, 18. yüzyıl sonlarına doğru ortaya çıkmış ve popülerlik kazanarak diğer türlerden ayrılmayı başarmış türdür. Düşünsel bir devrim olan Aydınlanma Çağı‘nın rasyonel düşüncelerine karşı durmuş, akılcı ve bilimsel düşünce yerine duyguları ön plana alarak doğaüstü olayları kendi içerisine dahil etmiştir. İnsanın en derinliklerine odaklanan Gotik edebiyat, insanın bilinçaltına ve karanlık tarafına vurguda bulunarak daha bireysel bir yol izlemiştir. Bu yüzden gotik edebiyat aynı zamanda toplumun değerlerini de eleştiren bir tür olarak karşımıza çıkmıştır. İçsel korkuların baş gösterdiği bu türde; kasvetli atmosferi, insani kötülükleri ve yozlaşma gibi konuları en iyi şekilde yansıtabilmek için gotik yazarlar aşırıcı bir dil kullanımına yönelmişlerdir. Gotik edebiyatta hedeflenen duygu yoğunluğuna erişebilmek için ortam betimlemeleri sıklıkla kullanılırken, hissedilen duygular abartılı bir biçimde okuyucuya aktarılır.
Yaratıklar

Doğaüstü olaylar ve yaratıklar gotik edebiyatın merkezinde olan unsurlardır ve diğer türlerden ayrılmasını sağlayan en önemli özelliklerinden bir tanesidir. İnsanın korkuları ve psikolojik ögeler bu tür unsurların kullanılmasıyla dışa çıkar.
En önemli yaratıkların başında gelen vampirler; ölümsüz olmalarıyla birlikte eserlerde ölüm korkusunu, ölümsüzlük isteği, yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgide var olunmasını simgelerken aynı zamanda izole yaşamalarıyla birlikte toplumdan izole olup yabancılaşmayla arzuları ve sınırların aşımını da sembolize etmektedir. Gotik edebiyatta vampirin geçtiği en önemli ve ikonik eserlerden biri olan Bram Stoker‘in Drakula‘sı, vampir mitolojisini popülerleştirirken, birçok vampir temalı esere ilham kaynağı olmuştur.

Gotik edebiyatın bir diğer önemli yaratığı olan canavarlar, genellikle bilimi eleştirmeye yardımcı olan yaratıklardır. Bilimin ve doğaüstü ögelerin iç içe geçtiği bu eserlerde, canavarlar bir insan tarafından yaratılır. İnsanın doğa üzerindeki hakimiyetini kaybettiğini ve Tanrıcılığı oynayan insanın önünde sonunda cezasını çekeceğini gösteren temalara sahiptir. Mary Shelley‘in Frankenstein‘i en önemli eserlerden bir tanesi olup bilim, doğaüstü ve insanlık konularını derinlemesine ele alarak yaratma arzusunun getirdiği sonuçları acı bir şekilde yüzümüze vurur. Bu tür eserler bilimsel ilerlemelerdeki ahlaki sorumlulukların göz ardı edilmesini güçlü bir şekilde eleştirir.
Yaratık çerçevesi içine çok da dahil edilmese de çift kişilik, yani Doppelgänger kavramı en çok kullanılan olaylardan bir tanesidir. Genellikle karakterin karanlık ve kötücül ikizi olarak eserlerde karşımıza çıkmaktadır ve birçoğunda grotesk biçimde anlatılır. Doppelgänger temalı eserlerde kimlik çatışmasının en üst noktada olduğu görürüz. Oscar Wilde‘in Dorian Gray’in Portresi adlı eseri bu kavram için müthiş bir örnektir. Portre ve Dorian arasındaki bu ikilikte içsel çürüme ön plandadır. Aynı şekilde Doppelgänger kavramını gotik edebiyatın öncü yazarlarından biri olan Edgar Allan Poe da sıklıkla kullanır. William Wilson ve Kara Kedi gibi eserlerinde bu kavrama sıklıkla yer verir.
Yaratıklardan bir diğeri ise hayaletlerdir. Karakterler genellikle geçmişlerinde yaşanan bir olay yüzünden lanete maruz kalırlar ve bunun sonucunda üzerlerine çöken bir hayalet mevcuttur. Lanetler ve hayaletler aracılığıyla gotik atmosfer en iyi şekilde yakalanabilirken aynı zamanda içsel çatışmaların da bir aracı haline gelir. Doğaüstü olaylara ve hayaletlere ilgiyle yaklaşmış olan Shirley Jackson, Tepedeki Ev‘de evi kişileştirerek bir karakter olarak sunmuştur. Eve geri dönen Eleanor, zaman içinde ölen annesinin sesini duyduğunu iddia etmeye başlar ve gördüğü silüetler kendi kontrolünü kaybetmesine sebep olur.
Terk Edilmiş Ortamlar ve Mimari

Gotik edebiyattan bile önce var olan gotik mimarisi, eserlerde atmosferin oluşması için büyük bir önem arz eder. Kasvetli ve karanlık kaleler en başta yerini alırken, soylu bir ailenin terkedilmiş malikanesi de eserler için önemli bir mekan unsurudur. Yıkık dökük odalar, koyu renkli perdeler, uzun koridorlar ve kapalı pencereler okuyucuda gerilimi arttırmaktadır. Bu tür mekanlara rast gelen veya içinde yaşayan karakterlerde toplumdan izole oldukları ve topluma yabancılaştıkları görülür. Daphne Du Maurier‘in Rebecca adlı eserini örnek olarak verebiliriz. Karakter, kocaman malikanede Rebecca artık orada olmasa bile onun varlığını hisseder ve her şey Rebbecca ile ilgilidir. Bu durum baş karakterde bir huzursuzluk uyandırır. Geçmişin geride kalmayışı baskıcı bir etki oluştururken, malikane hikayenin bütününü kapsar. Bu yüzden ana karakter kocaman malikanenin içinde yapayalnız hissederek kaçınılmaz bir yabancılaşmaya kurban gider.
Kültür ve Doğa Dikotomisi

Aydınlanmaya karşı olan gotik edebiyatı, bunu vurgulamak için kültür ve doğa dikotomisini sıklıkla kullanırken doğa unsurunu kötücül olarak yansıtarak aydınlanmadan uzak durmayı hedefler. Doğa, kontrol edilemeyen ve vahşi olan olarak karşımıza çıkar. İnsanın rasyonelliğini sarsan doğayı eserlerde doğal afetler ve felaketler veya ayın döngüsüyle görürüz. İnsanın yani kültürün doğaya üstün gelme çabasını ve kontrol etme arzusunun yanlış olduğunu gösteren gotik edebiyat, en sonunda doğanın her zaman üstün geleceğini vurgulayarak bir felaketle kültürü alt etmesini sağlar. Yani doğa kontrol edilemez bir ilahi güç olarak gotik eserlerde karşımıza çıkar ve diğer türlerden gotiği ayıran önemli bir özelliktir. Örnek olarak yine Edgar Allan Poe‘nun bir eseri olan Usher Evi’nin Çöküşü adlı kısa hikâyesini gösterebiliriz. Hikâyenin sonunda malikanenin çatlakları arasında görülen kırmızı dolunay, fırtınadan kaçış ve en sonunda evin yıkılıp sular altında kalması doğanın en sonunda kültürden üstün geldiğinin bir kanıtı niteliğindedir. Kültür ve doğa ikiliğini Daphne Du Maruier‘in Kuşlar eseri de apaçık okuyucuya göstermektedir. Bu eserde şehir olgusu doğadan uzak ve karnaveleks bir yapı olarak kültürü simgelerken, kuşlar ise doğanın kendisini simgelemektedir. Kuşların insanlara saldırışı doğanın bir baş kaldırışı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Gotik Edebiyatta Aile İlişkileri

Gotik edebiyatta aile ilişkileri karmakarışık olup, dağılmış ve bozulmuş bir aile teması ile karşımıza çıkar. Aile boğucu, baskıcı ve sırlarla doludur. Köklü bir aile yapısı gotik edebiyatta karşımıza çıkarken, eserlerde ana karakterlerin psikolojik yansımaları temelde bu bozulmuş aile ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda gotik eserlerde aile sırları hikâyenin konusu için büyük bir rol oynar. Nesilden nesle aktarılan bu sırlar aynı zamanda kötücül ve lanetli unsurları da beraberinde taşır. Toplumsal normlara karşı olan gotik edebiyat, bu karşıtlığını aile teması altında gösterebilmektedir. Aile bireylerinin ana karaktere yaptığı baskı ile karakterin zincirlerinden kurtulması zorlaşırken, beklentilerin yükü karaktere ağırlık verir. Özellikle de aile dinamikleri içerisinde kadın karakterler baskıların ve kontrolün merkezinde kalırlar. Bunun yanı sıra aile içi gizemi bilen ve sırrı açığa çıkaran bir kadındır. Erkek, özellikle de baba, bu aile ilişkisinde otorite sahibi olandır ve ailenin hakimiyetini baba sağlar. Aile ilişkilerinin baskıcı tutumunu en iyi şekilde Clytie adlı kısa hikâyede görürüz. Eudora Welty‘nin kaleme aldığı bu eserde ana karakter Clytie, ailesinin ona olan davranışları sebebiyle boğuluyormuş hissine kapılarak evden kaçma arzusunu dile getirir. Bu sebeple etrafına ve kendisine yabancılaşan Clytie, bireye dönüşemediği için deliliğe sürüklenir ve eserde grotesk bir biçimde betimlenir.
Gotik Edebiyatta Ensest

Eserlerin içinde aile ilişkilerine farklı bir bakış yakalamamızı sağlayan ensest konusu, ahlaki çatışmaları gösteren unsurlardan olmasının yanı sıra, aile içindeki yapının da sorgulanmasına yol açar. Obsesyonu da beraberinde getiren ensest, Berenice‘nin temel yapısını oluşturur. Biyografik olan bu eserde Poe, anlatıda bilinçdışı korkularını bastırmaya çalışırken ensest ilişkiyi de dahil eder. Egaeus’un, kuzeni Berenice’ye olan ilgisiyle birlikte açığa çıkan kadın korkusu aynı zamanda karşı cinse olan cinsellik korkusunu da ifade etmektedir. Berenice’nin giderek hastalığa kurban gidişi ve hastalığın getirdiği vücut değişiminin verdiği tehlikeli kadın figürü gözlemlenir. Bu da Gotik edebiyatın bir diğer özelliği olan kadın korkusuna, nam-ı diğer femme fatale kavramına yönlendirmektedir.
Femme Fatale Arketipi

Gotik edebiyatın ve romantik dönemin en etkileyici özelliklerinden biri olan femme fatale arketipi, ölümcül kadın olarak eserlerde karşımıza çıkmaktadır. Normların tersi olarak var olan femme fatale arketipi, kadın olanın cinselliğinden oluşan korkudan ve kutsal sayılan doğurganlığın gücünün kavranamamasıyla birlikte şekillenmiştir. Femme fatale arketipiyle özdeşleştirilen kadın, tehlikeli olarak arz edilirken, aynı zamanda betimlemelerde mitolojik varlıklara benzetilir. Bazen bakışlar Medusa‘yı andırırken, bazen vampirizm özellikleri atfedilir. Femme fatale’e karşı da bir obsesyon söz konusudur ve bu obsesyon erkekte güdüleri harekete geçirerek kadındaki o kutsallığa sahip olma isteğini uyandırır. Bu sebeple korku ögesi haline gelen kadın karakter ya hastalıktan mustariptir ya da ölüme yakın bir yere konumlandırılmıştır. Bir önceki özellikte de örnek olarak sunulan Berenice, bu madde içinde de büyük ölçüde önem arz etmektedir. Uzun bir boya, zayıf figüre, koyu renk saçlara ve uzun beyaz dişlere sahip olan Berenice’nin hikâyede sadece geceleri ortaya çıkıyor oluşu bir vampir figürüne benzetilebilmektedir. Egaeus’un, kuzeninin dişlerine geliştirdiği obsesyonla birlikte, o dişlere sahip olma isteği kendi içinde yer etmektedir. Dişler eserde kadının gücünü simgelerken, Egaeus’un onlara sahip olamaması kadındaki güce erişemediğini göstermektedir.
Ölüm ve Gotik Edebiyat

Ölümü her şekliyle ele alan gotik edebiyatta ölüm sadece fiziksel bir son değildir. Duygusal anlamda da ölümün gerçekleştiği bu türde, psikolojik anlamda bir bozulma gösterilir. Bunun yanı sıra ölümün kaçınılmaz bir son olduğu vurgulanır. Ölümden sonrasının bilinmemezliği karakterin korkmasına ve akıl sağlığında bozulmalara neden olur. Ölüm sadece bedende olmamakla birlikte yapılarda da meydana gelmektedir. Ruhun bedeni terk ettiği gibi insanların da yaşadıkları mimariyi terk edişi de ölümle sembolize edilir ve ölümü somut bir hâle büründürür. Ölümün de kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği çürüme motifi de gotik edebiyatta sıklıkla karşımıza çıkar. Shirley Jackson‘ın Piyango adlı kısa hikâyesinde ölüm teması yoğunlukta olup ölüm unsuru, kasabanın bir parçası hâline gelmiş ve anlamsız bir gelenek yüzünden kaybedilen insanlara karşı bir eleştiride bulunulmuştur. Ölümden kaçınılamayacağını vurgulayan Edgar Allan Poe ise, Kızıl Ölümün Maskesi‘nde ölümü hayalet şeklinde metaforik bir bağlamda sunar ve statü fark etmeksizin ölümün herkes için eşit olduğunu da dile getirir.
Sonuç olarak, Gotik edebiyat, doğaüstü ve psikolojik unsurları birleştirerek insanın karanlık tarafını, arzularını ve iç çatışmalarını kendine özgü olan temalarıyla kasvetli, korku dolu bir ortam çerçevesinde şekillendirerek toplumun normlarını abartılı bir dille eleştirir.
Kaynakça
Diplacidi, Jenny. GOTHIC INCEST: Gender, Sexuality and Transgression, 2020.
Smith, Andrew. Gothic Literature. Edinburgh, Edinburgh University Press, 2014, p. 2.
Botting, Fred. Gothic. London ; New York, Routledge, 1996.


