120 Beats Per Minute (120 Bpm), Türkçe adıyla Kalp Atışı Dakikada 120, The Class ve Eastern Boys gibi filmleriyle dikkat çeken senarist ve yönetmen Robin Campillo imzalı sarsıcı bir Fransız dram filmi. Elbette, bu son derece ustalıkla işlenmiş ve 2017 Cannes Film Festivali‘nden 4 ödülle dönmüş filmin yalnızca bir dram filmi olduğunu söylemek haksızlık olur. Filmin, 80’li yılların sonları ve 90’lı yılların başlarında gerçekleşen bazı toplumsal olayları aktarırken, yaşananları pimi çekilmiş bir bomba gibi kucağımıza bırakıveren bir tarzı var. Bu anlamda hem ele aldığı konu bakımından hem de işleniş şekli bakımından filmin aktivist bir yanının olduğunu da söylemek mümkün. Zaten Cannes’da Queer ve Fibresci gibi muhtelif ödülleri kazanmış bir filmden söz ediyoruz.
120 Bpm, 80’li ve 90’lı yıllarda yaşanan HIV/AIDS salgınını, Paris’te kurulan Act-Up LGBTİ+ aktivist grubu üzerinden seyirciye aktarıyor. Filmin yönetmeni Campillo’nun da o dönem Act-Up üyelerinden biri olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda film daha da anlam kazanıyor elbette. Campillo, kolektif olarak verdikleri mücadeleleri ve yaşadıkları kayıpları birinci gözden aktarırken günümüzden geçmişe de bir bakış alanı açıyor.
Biz de bu yazıda LGBTİ+ Onur Ayı (Pride Month) bağlamında, 120 Bpm filmini incelerken aynı zamanda filmin konu aldığı dönemde yaşananlardan, HIV/AIDS hastalığının ve farkındalığının öneminden (her ne kadar günümüzde artık tedavisi olsa ve ölümcül sonuçlara daha az yol açsa da) ve o dönemin toplumu açısından ne anlama geldiğinden bahsedeceğiz. Bununla beraber Campillo’nun bize açtığı alandan, LGBTİ+ hareketi ile AIDS hakları savunuculuğunun, aktivizmin geçmişten günümüze uzanan gelişimine de bir bakış sağlamış olacağız.
“AIDS Bir Savaş Act-Up, Savaş!”
Kalp Atışı Dakikada 120, AIDS hakkında yapılan bir sağlık sempozyumu sahnesiyle açılış yapıyor, Act-Up üyelerinin bu sempozyumu sahnenin arkasından izlediklerini, uygun zamanı yakaladıklarında protestolarını gerçekleştirmek için sahneye girdiklerini izliyoruz ve yapılan “sözde sempozyumu” sert bir şekilde protesto edişlerine şahit oluyoruz. Bu sahnenin akabinde, Act-Up üyelerinden birinin, gruba yeni katılan üyelere Act-Up’ın nasıl bir oluşum olduğundan bahseden ve kuralları açıklayan bir konuşma yaptığı sekans ile devam ediyor. Böyle bir açılışla beraber film, daha başlangıçtan izleyiciye Act-Up’ı tanıtan ve dolayısıyla onu kendine dahil eden bir hal alıyor.
Bu konuşma sayesinde, Act-Up’ın 90’lı yıllarda Paris’te kurulan, HIV/AIDS hakları için mücadele veren ve topluma farkındalık kazandırmayı amaçlayan eşcinsel aktivist grubu olduğunu; bu grubun, karar almak için bir araya geldikleri toplantılarda belli bir konuşma sırasının ve süresinin olduğu, her türlü konunun tartışabileceği ya da alkış yapmak yerine “basitçe el şıklatmak” gibi belli kurallar dahilinde işlediğini öğreniyoruz. Dolayısıyla Act-Up, içinde her renkten insanın olduğu, kolektif ve demokratik kararlar almaya çalışan sürekli üretmeye ve düşünmeye yatkın bir yapıya sahip.
“Bu salgını Tanrı’nın gay, bağımlı, hayat kadını ve hapistekileri öldürmek için gönderdiğini düşünenler duyarsızdır. Bunu kullanıp ayrımcılık ve nefreti uyandıranlar var…”
Filmi daha iyi anlamlandırabilmek açısından dönemin atmosferinden bahsetmek kaçınılmaz elbette. 1980’lerde neler oluyordu? HIV/AIDS ilk kez 1981 yılında ABD’de bir grup insanda tanımlanmış ve bu yıllardan itibaren tüm dünyada hızla yayılan ve neredeyse bir salgın halini alan toplumsal sorun haline gelmiştir. Virüsle literatürde ilk kez karşılaşılması ve nasıl bulaştığının henüz bilinmemesi HIV/AIDS’in o yıllarda tedavi biçimlerinin yeterli olmamasına ve hastalığın ölümle sonuçlanmasına neden olmuştur. Bununla beraber toplumda hastalığın eşcinsel bireylerden bulaştığı algısı oluşmaya başlamış, toplum ve devletler bu insanları görmezden gelmiş ve hem AIDS hastalarına hem de eşcinsel bireylere “hastalıklı” yaftası yapıştırarak ötekileştirmişlerdir.
Bu ötekileştirme ve görmezden gelme öyle bir boyut almıştır ki dönemin ABD başkanı Ronald Reagan, 1987 yılına kadar AIDS yüzünden sadece ABD’de yirmi binden fazla insan ölmüşken herhangi bir konuşmasında AIDS kelimesinden dahi söz etmemiştir.* Medyanın, politikacıların, işbirlikçi uzmanların, kiliselerin ve muhafazakar kesimin söylemleri AIDS’in sadece eşcinselleri, seks işçilerini ve uyuşturucu bağımlılarını hedef alan bir hastalıkmışçasına algı oluşturmasına neden olmuştur.
Filme geri dönecek olursak 120 Bpm’in, tam da böyle bir dönemde New York‘ta kurulan Act-Up’ın, Paris ayağında faaliyet gösteren eylemcilerinin yaşadıklarını en çarpıcı şekilde izleyiciye aktardığını söylemek mümkün. Bu bağlamda Act-Up Paris eylemci grubu, o dönemde var olan durumla mücadele etmek, hasta bireylere ve verilen kayıplara dikkat çekmek için doğrudan devleti ve ilaç firmalarını hedef alıyor.
Filmin sinematografisi ve kurgusu kusursuza yakın, konusu ve anlatı yapısında olduğu kadar teknik olarak da son derece iyi iş çıkarıyor Campillo ve ekibi. Eylem ve ölüm sahnelerinin ardından grubun bir diskoda dans ettiği sahnelerin ya da seks sahnelerinin gelmesi bu noktada anlatıya bambaşka bir perspektif katıyor. Ölüme, acıya, yok sayılmaya birlikte göğüs geren insanların aynı zamanda tüm bunlara meydan okurcasına dans ettiklerini ve seviştiklerini de özgün bir şekilde gösteriyor izleyiciye.
Film, dönemin atmosferini yansıtmaya çalışırken LGBTİ+ kültürüne ve kimliğine eylemin, aktivizmin ve ölümün olduğu kadar dans etmenin, eğlenmenin, gece yaşamının, sevişmenin de tıpkı günümüzde olduğu gibi ait olduğunu hatırlatıyor. Tüm ötekileştirmelere, AIDS gibi bir hastalığın acılarına ve ölümle burun buruna olma durumuna rağmen dans etmek politik bir eylem değilse nedir?
Diğer yandan, 120 Bpm’in iki kısımdan oluştuğunu söyleyebiliriz. Nitekim film, ilk yarıda Act Up’ın toplantılarına, karar alma süreçlerine,mücadelesine ve eylemlerine odaklanırken ikinci yarıda grubun kurucu üyelerinden Sean‘ın HIV+ ile mücadele etme biçimine ve gruba yeni katılan Nathan ile arasındaki aşka odaklanıyor. Yönetmen Campillo, kolektif bir mücadeleden başlayıp bireysel bir mücadeleye doğru evrilen bir anlatımı tercih ediyor ve böylelikle izleyiciye, bir taraftan AIDS ile savaşan bireylerin birlikte var olma biçimlerini gösteren aktivist yanını diğer taraftan da hastalığın bireysel deneyimlerini aktarmayı başarıyor.
Elbette sadece Sean’ın değil filmdeki karakterlerin her birinin deneyimlerini görmeye imkan buluyoruz film süresince ve bu durum bireylerin hastalıkları hakkındaki hisleriyle düşüncelerine tanıklık etmemize olanak tanıyor.
Dikkat çeken detaylardan biri de film boyunca belirli sahnelerde karakterler aracılığıyla izleyiciye HIV ve AIDS hakkında önemli bilgiler verilmesi. Karakterlerin evlerinde ve grubun toplantılarında fikir alışverişinde bulunurlarken aralarında geçen konuşmalarda kayda değer bilgiler veriliyor. Dans sahnelerinin ardından kararmaya başlayan ekranda toz zerreciklerinin HIV virüsu hücrelerine dönüştüğü görüntüler de filmin bu yanını destekler nitelikte oluyor.
Filmde en sarsıcı, göz dolduran ve tüyler ürperten sahneler grubun eylem yaptığı sahneler. Filmin ilk yarısında bu eylemlere çokça şahit oluyoruz. Campillo, toplantı sekanslarında hissettiğimiz gerçekçiliği eylem ve protesto sekanslarında da oldukça sert bir şekilde yansıtıyor beyaz perdeye. Act-Up eylemcilerinin bir sempozyumu bölüp etrafa kan görünümlü sıvılar attıkları, bir ilaç şirketini basıp talepte bulundukları provakatif eylem sahnelerinden AIDS hakları savunucularının bir araya gelip ölen arkadaşlarının yasını tutmak amacıyla caddede ölü gibi yere uzandıkları, sabaha karşı bir gün Seine nehrinin kan rengine boyandığı son derece etkileyici sahneleri içinde barındırıyor film.
Campillo bu sahnelerle izleyiciyi de var olan trajedinin içine çekmeyi başarıyor. İkinci yarıda Sean’ın bireysel mücadelesini, hastalığının seyrini ve Nathan ile ilişkisini izlerken filmin temposu biraz yavaşlasa da vurucu ve derin kurgu sayesinde hiç sıkılmadan izlettiriyor kendini. Bu, yönetmen ve senaristin dert edindikleri şeyi aktarma çabası sayesinde gerçekleşiyor elbette. Bununla beraber Campillo aslında filmin anlatımının ve kurgusunun bütüncül ve birbirinden ayrılmayan şeyler olduğunu vurguluyor.
“Biz Ya Ölüyüzdür Ya Hayattayızdır.”
Filmdeki önemli noktalardan bir diğeri ise işlenen ölüm teması. Campillo, bu hastalıkla savaşan bireyler ve onların eylemleri üzerinden bir anlatım kurarken ölümle ilgili düşüncelerimizi de sorgulamamıza bir alan açıyor. Ölüm, filmin ana temalarından biri olsa da üç farklı şekilde karşımıza çıktığını görüyoruz filmde. Bunlardan biri filmin daha başında, Act-Up’ın üyelerinden birinin ölümünün duyurulmasıyla oluyor. Grup, ölen arkadaşları hakkında ölüm duyurusu hazırlayıp bizzat devlet yetkilisine gönderiyor çünkü devlete “Biz ölüyoruz ve bunun sorumlusu hiçbir şey yapmayan sizlersiniz” mesajını vermek istiyorlar. Eylemlerde kan görünümlü sıvı kullanmaları da bu yüzden; devletin ve ilaç şirketlerinin katil olduğu göndermesinde bulunmak için.
İkinci olarak ise yine Act-Up’tan birinin ölmesinin ardından yapılan politik cenazede karşılaşıyoruz ölüm kavramıyla. Grup bu cenazede ölen arkadaşlarının fotoğrafları eşliğinde bir eylem düzenliyor. Son olaraksa, Act-Up’ın kurucu üyelerinden Sean’ın ölümünün ardından grubun, Sean’ın küllerini bir törende yemek masalarına savurduğu final sahnesinde karşımıza çıkıyor ölüm kavramı.
Bu anlatıların hepsinde, AIDS hastalarının ölümü cisimleşiyor ve onlar öldükten sonra bile politik bir anlam ifade ediyor. Karakterlerin her kayıp verdiklerinde bununla başa çıkma çabaları değişse de ölümle yüzleşmelerinin onlara hatırlattığı tek bir şey var: bir gün kendilerinin de aynı şeyi yaşayacak olmaları. Kayıpların ardından yas tutmak da bu temaya dahil elbette. Tıpkı Sean öldüğünde Nathan’ın durumla başa çıkma halinin biricik olmasının sorgulanmadığı gibi hiçbir yas tutma biçimi de yargılanmadan, olduğu gibi aktarılıyor.
90’ların başlarında toplumun dışına itilen, görmezden gelinen ve ölmelerine göz yumulan HIV/AIDS hastalarının ve LGBTİ+ bireylerin aşklarını, dostluklarını, politik ve bireysel mücadelelerini, bir yandan ötekileştirilmişken onu ötekileştiren topluma farkındalık kazandırmaya çalışan duyarlılıklarını son derece etkili şekilde anlatan bir film olarak karşımıza çıkıyor Kalp Atışı Dakikada 120.
120 BPM’in, adını 90’larda dinledikleri müziklerin ritminden ve kalp atışının hızlanmasından aldığını belirten Campillo karmaşa, kayıplar, acı ve öfkeyle dolu bir dönemi aktarabilmiş olmayı; yaşananların ne olursa olsun unutulmayacağını ve hayatlarını kaybeden arkadaşlarının mücadelelerini bu şekilde anımsıyor olmayı son derece önemli gördüğünü belirterek anıyor filmini.
Onurla kalın!
Kaynak:
*Demir, Özen B., AIDS 1980’ler ve Act-Up: Bir Reverans, Birikim Dergisi, birikimdergisi.com, web. (30.05.2021)
Selçuk, Aslı, Ölümü Beklerken başlıklı haber, cumhuriyet.com, web. (30.05.2021)





Yazınızı okuduktan sonra bu filmi izlemek istedim. Sayenizde kendime birseyler kattığıma inanıyorum. Yazılarınızın devamını dilerim. Belki bir gün bir yerde oturup kahveleri içerken diğer yazacağınız güzel yazılarınız hakkında konuşabiliriz.