“Eğer bir büyücü ya da inançlı bir erkek Tanrı’dan, Kitabı Mukaddes’ten ve Hıristiyanlıktan vazgeçer, kendini şeytana adarsa canlı canlı yakılacaktır.” (Danimarka-Norveç Büyücülük Fermanı 1617, FİNNMARK HÜKMÜ 1620)
Kiran Millwood Hargrave’in bu senenin başında yayımlanan “Kadınlar Adası” kitabı, cadı avı ve cadı mahkemeleri konusunda sıklıkla adı geçen, kitaplara, filmlere, belgesellere konu olan ve Amerikanın kuzeyinde kalan “Salem” bölgesinin dışına çıkarak, tarihin, Salem’den sonra en büyük cadı mahkemelerine tanıklık etmiş olan, Norveç’in kuzeydoğusunda yer alan Vardø adasında bir grup kadının yaşamış olduğu olayları ele alır.
“Şimdi anlıyor kötülüğün yalnızca orada suların içinde olduğunu sanmak meğer ne kadar aptalcaymış. Kötülük buradaydı, aralarındaydı, iki bacağın üstünde yürüyor, insan diliyle hükümler veriyordu.”
Kitabın konusu tarihi olgulara dayanır ve kurgusu, 1617’de Vardø adası yakınlarında yaşanan büyük fırtınada, ada sakini 40 erkeğin ölmesi ve bu bölgenin kadınların hakimiyetine kalması ile başlar. Ada’da otoriter güçlerin kimlik değiştirmesi ve kadınların Norveç’in vahşi soğuklarında kendi başlarına bütün işleri yaparak hayatta kalmaya devam etmesi, öncelikli olarak ruhban sınıfını rahatsız eder. Bu nedenle Vardø’ya “düzenin” tekrar sağlanması ve kadınların denetlenmesi için yeni bir vekil yollanır. Yeni gelen vekil ile Vardø kadınlarının daha dikkatli olması gerekmektedir. Zira tipik, basmakalıp kilise düzenine ayak uydurmayanlar cadılık ile suçlanacaktır ve ruhban sınıfının uygun gördüğü şekilde vahşice cezalandırılacaktır.
Kitapta, Hristiyanlığın otoritesini zedeleyen ve vahşi topraklarda etkisini sürdüren yerli “Sami” halkı da bir tehdit olarak görülmüş ve cadılık ile suçlanan kadınların ve erkeklerin de dahil olduğu grupta bu gibi yerli inançlar kilisenin inançlarına uymadığı için büyücülük olarak görülmüştür. Hargrave’in eserinde, veya tarihi belgelerde ve olaylarda da incelenebileceği gibi otoritenin ve eril düzenin “büyü” ve “cadılık” olarak adlandırdığı şeyler, aslında doğaüstü olayların varlığı yerine ruhban sınıfının, kraliyetin ve erkeklerin kadınlardan korkması ve korkunun getirdiği ilkel duygular ile onlara baş eğmeyenlerin ortadan kaldırılması olmuştur. O dönemlerde cadılık ile suçlanan kadınlardan birçoğu şifalı bitkiler ile uğraşır, kendi yaşadığı topluluğun içinde iyileştirici “ kocakarı” olarak bilinirdi. Aslında bir anlamda bilimle uğraşan bu kadınlar ilerleyen zamanlarda kilise insanları tarafından şeytanla anlaşan büyücüler olarak görülüp demonoloji vasıtasıyla uygun bulunan korkunç yöntemler ile cezalandırılmışlardır.
“Ne olduğum değil, onların ne olduğuma inandığı önemli.”
Kilisenin kendi otoritesini sağlama almak amacıyla binlerce kadını katletmesi ve nefret suçu işlemelerinde kendilerince doğru gördükleri nedenler, Lilith’den başlayarak ve onu bu tip “korkunç büyücü kadınların” lideri gösterip kadınların zayıf ruhlarının büyü yapma, aldatma, şeytana uyma ve cinselliğe duydukları açlık ile sadık olamamalarını iddia etmeleriydi. Bunun yanında evlenmeyi reddedenler, dul kalanlar, o dönemde erkeklerin yapması gereken ve güç gerektiren “eril” işleri kendi başlarına yapabilenler, evlilik dışı ilişkileri olan kadınlar da şeytan tarafından kandırılan cadılar olarak görülüyordu. Cadı olarak bir kere suçlanmak yetiyordu. Çünkü mahkemeler “suçlarını itiraf ettirme” zorunluluğuna sahip olsalar da, yöntemleri birbirinden acımasız ve ölümcül olduğu için sorgulama sırasında ölmeyenler de daha sonrasında Tanrı huzurunda yakılarak öldürülüyordu.
Ortaçağ’ın sonuna doğru yaşanan ve büyük ses getiren Avrupa ve Salem mahkemeleri, sayısı tam olarak bilinemese bile çoğunluğu kadın olan binlerce masum insanın hayatına mal olmuştur. İktidar sahiplerinin güçlerini kaybetme ve bilinmeyen olarak adlandırdıkları kadınlara karşı duyduğu korkuları uzun bir süre sonu gelmek bilmeyen cadı avı ile devam etmiştir. Günümüzde de, ismi cadı avı olmasa bile çeşitli kültürlerde olan, kadınların birey olarak kendi değerinden önce yalnızca anne ve eş gibi kalıplar ile değerli sayılabilmesi, iş hayatındaki sosyo-ekonomik eşitsizlik gibi olgularla, çocuk yaşta evlilik, kadın sünneti gibi gelenekler ve sayısız kurallar ile kadınların güç, özgürlük ve bilgi sahibi olmasından hala korkulmaktadır.
Hargrave de bu kitabında, Vardø tarihinde cezalandırılan kadınların gerçek isimlerini karakterlerinde kulanmış, kitabında soğuk, acımasız bir bölgedeki toplulukta hayatta kalmaya çalışan vahşi kadınların kendi aralarındaki aşk, arkadaşlık ve düşmanlık ilişkilerini ele alırken, aynı zamanda kitapta bahsi geçen Laponların kültürüne ve inançlarına dair örnekler vermiş, ayrıca yaşadıkları coğrafyaya özgü nesneler ve yemekler ile kadınların yaşamış olduğu alana dair betimsel anlatılar da kullanmıştır.