”Burada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Dünyada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Yok. Dünyanın kendisi ağrı.”
Yazımıza Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı isimli kitabından bir alıntı ile başlamak istedik. Kimilerinin varoluşsal sancı dediği kiminin ait olamama dediği kısaca herkesin başka başka isimlerle adlandırdığı ağrılar/ sancılar var bu dünyada. Her insan başka duyguların altında eziliyor. Kimi zaman aşk oluyor bu kimi zamansa bir isim koymak bile mümkün olamıyor, birçok acının toplamını ifade etmek zor oluyor çünkü. İşte tam bu durumda Ayfer Tunç’un kitabının adı da olan “dünya ağrısı” kavramı geliyor aklımıza. Bazı kadın yazarlarsa bunu öyle güzel, öyle derinden işliyor ki kitaplarına kitabın kapağını kapattığınızda bir “ah” çekmek geliyor içinizden. Şimdi birlikte o kadınlardan birkaçının kitaplarını ve kitaplardan alıntılarını sizlerle. Bu liste uzar gider ancak bu yazıda 4 kadından bahsedeceğiz. Keyifli okumalar!
Ayfer Tunç
“+Baba.. Neyin var?
-Hiç kızım.. İçim ağrıyor.
+Yaşamak böyle bir şey değil mi zaten baba.. dinmeyen bir ağrı.”
Yazımıza da adını veren Dünya Ağrısı, Ayfer Tunç’un 2014’te Can Yayınları’ndan basılmış kitaplarından biri. Kitapta, dünya ağrısı çeken iki insanın hayatlarını bir otelde kesiştirmiş Ayfer Tunç: Mürşit ve Madenci’nin. Mürşit bu otele baba mirası olması nedeniyle, yaşamak istediği hayatı, İstanbul’u geride bırakmak zorunda kalarak gelmiş. Deyim yerindeyse de mıhlanıp kalmış. Madenci ise yaşadıklarından kaçan bir insan. Bu iki insanı birbirine yaklaştıran bir dünya ağrısı var, bir ait hissedememe, bir varoluş acısı.
“Hikayeler insanı kendi kuyusundan çıkarır, başkalarının kuyularına atar” diyor kitapta, Mürşit ve Madenci yani Uzay birbirlerinin kuyularına atılıyorlar bir nevi. Dedikleri gibi “Anlatmak acıyı gidermiyor ama uyuşturuyor.” Onlar da her gece yaptıkları sohbetlerle uyuşturuyorlar acılarını. Aşka dair, hayata dair anlamı derinlerde yatan konuşmalar geçiyor ikisi arasında.
Yazarın kalemi öyle kuvvetli ki sizi hikâyenin içine birden alıveriyor, özellikle de adını koyamadığınız bir ağrı çektiğinize inanıyorsanız kitabı duraksamadan bir solukta okuyorsunuz.
“Hafızası insanın düşmanıdır. Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok.Yaşanmıştan kurtulmak yok.Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan.”
Geçtiğimiz yılda çıkan Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura kitabı da yine hayatı sorgulayan iki karakter üzerine kurgulanmış. Yazarın satırlarını okurken, her seferinde farklı karakterler ile karşılaşıyorsunuz. Kitaplar birbirini tekrar etmiyor ve bu sayede her kitaptan ayrı bir şekilde zevk alabiliyor, hayatınıza farklı duygular katabiliyorsunuz. Karakterlerin buluştukları ortak nokta ise bir ağrı diyebiliriz.
Necip Tosun Ayfer Tunç kalemini şöyle anlatıyor: “Ayfer Tunç, öykü dünyasını Ahmet Hamdi Tanpınar-Oğuz Atay öyküsünün kesiştiği yerde kurmuştur. Karakter yaratmada, anlatımda, dilde Tanpınar önemli bir kaynağı iken, absürd/ ironi/ traji komik yaklaşımında Oğuz Atay onun yol göstericisidir. Peyami Safa ise çok daha arka planda kendini hissettirir. Bütün bu akrabalıklarla birlikte Tunç, kendi öykü evrenini kurarak, 1990 sonrası Türk öykücülüğünün temel taşlarından biri olmayı başarmıştır.” *
Yazarın kitabından birkaç alıntıyı buraya bırakıyor ve eğer yazarın kalemiyle tanışmamışsanız en yakın zamanda tanışmanızı tavsiye ediyoruz. Dünya Ağrısı veya Suzan Defter kitapları başlangıç için önerimiz olsun.
“Kurmaya çalıştığım her hayalin kendini sürekli tekrar ettiği bir yeri var,”dedi. ”Bir türlü ötesine geçemiyorum. Hayalim güzel başlıyor, ilerliyor ama bir yere geliyor, plak takılmış gibi oluyor. Aynı sahne kafamda kurulup kurulup yıkılıyor, bir türlü tamamlayamıyorum.”
”Parçalanmış hayatı değersiz bir kütleye dönüşeli çok olmuştu. Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu.”
Birhan Keskin
”Serin bir rüyanın hatırınadır
çektiğim dünya ağrısı.”
Dünya ağrısı denince aklımıza gelenlerden biri, hiç şüphesiz, şair kimliğiyle edebiyatımıza katkı yapanlardan Birhan Keskin. İlk şiiri 1984’te Yeryüzü Konukları’nda yayınlanan şair o günden bu yana şiirleriyle gönülleri fethetmeye devam ediyor. Birhan Keskin “Ba” isimli kitabıyla 10. Altın Portakal Şiir Ödülünü (2006) alarak Gülten Akın’dan sonra bu ödülü alan ikinci kadın şair oldu. “Soğuk Kazı” ise 2011 Metin Altıok Şiir Ödülü’nü aldı.
Onu bu listeye ekleyen şey ise şiirlerindeki imgeler ve hissettirdiği acılar. Kimi eleştirmenler şiirlerindeki vurguyu ve yinelemeleri sevmiyor olsa da biz, onun şiirinin kendine has üslubu olduğunu düşünüyoruz. İskender Savaşır onun şiirini şu cümlelerle anlatıyor: “Birhan Keskin, sanki o romantizmle bir hesaplaşmaya girişmiş gibi… Tarihin dilsiz tanık ve kurbanları olmaktan, hızla medeniyetin aktif özneleri olmaya geçen kadınların devraldıkları mirasın, suçla, cürümle, ihanetle örülmüş olduğu bilincini dile getirmek istiyormuşcasına… Yüceltilen anlar bile birer tuzaktan ibarettir.”
Şiirlerinde kullandığı kubbe, nar, at gibi imgeleri okudukça içselleştiriyor ve dizelerinin ardındakini zamanla daha iyi hissedebiliyorsunuz. Kadın olarak yaşadığı zorlukları da, bunun getirdiği acıları da ilmek ilmek işliyor şirine.
“Dürtme içimdeki narı
Üstümde beyaz gömlek var”
Şairin 5 şiir kitabı bulunmaktadır: Kim Bağışlayacak Beni (ilk beş kitap toplu şekilde basılmıştır, Delilirikler, Bakarsın Üzgün Dönerim, Cinayet Kışı+İki Mektup, 20 Lak Tablet + Yolcunun Siyah Bavulu, Yeryüzü Halleri), Ba (2005), Y’ol (2006), Soğuk Kazı (2010) ve Fakir Kene (2016). Hangisinden başlayalım diye soracak olursanız, ilk tavsiyemiz Y’ol kitabı olacaktır. Şimdi sözü Birhan Keskin’e bırakıyoruz.
“İnsan ölüyorsa acıdan ölür bir gün
kendine bir daha uğrayamadığından,
koyduğu yerde durmayışındandır hayatın
hatanın dönüşsüz oluşundandır.
Hiçbir aşk titremez sonsuza değin,
bütünlüğünü yitirişinden ölür bir mum
ve insan kanatlarından
ayrılır bir gün”
“Dünyanın acısı benden yırtılmış.
Onca kesik yol içimde, onca harita.
Ağrıyla soğukta sustum, dönülmezdi
Dönülmez, üstüm başım buz iğnesi.”
“Anı olacak bir şeyim yok
her şeyin dünündeyim”
“Bir siyah beyaz kare içinde,
hepsi hepsi bir hatıra işte
Bıraktın, unuttum, unutuldum.”
“Asıl mesele diyorsan buraya dönelim, şimdiye
Söyle artık başımıza bu işleri açan yine erkekler değil miydi?
Dönelim Van’da bir kadına, dönelim Mardin’de, dönelim İzmir’de
Dönelim Birhan bak geç oluyor hava kararıyor evimize dönelim
Bize bunları söyleten neydi, gülerken ağız kapatmayı, ağlarken saklanmayı
Her lafa karışmamayı, yazmamayı Birhan, çizmemeyi bize dayatan kimlerdi?”
Tezer Özlü
“Aşk acısı çekmedim hiç,çünkü dünyanın verdiği acı her zaman güçlüydü.”
Sırada Türk edebiyatının lirik ve gamlı prensesi olarak anılan Tezer Özlü var. Özlü’nün kitaplarını okuduğunuzda onun aşktan ya da diğer tüm acılardan farklı bir şeyden bahsettiğini fark ediyorsunuz. Hayatın anlamını arayan yazar bu arayışında Svevo, Pavese ve Kafka’nın izini sürüyor. Onların yaşadıkları yerlere gidiyor. Bu yazarları nasıl içselleştirdiğini ve yolculuğuna kattığını yazılarındaki alıntılardan da okuyabiliyorsunuz.
”Özlemlerim kalmadı. Ben aslında sürekli özlüyor ve bir özlem durumunda yaşıyorum. Bu yüzden özlemlerim yok. Yalnız bir kavrama bu.Bütünselliğin kavranması. Bitirilmişliğin. Bir yolculuğun sonu. Başlangıcı olmayan yatay bir yolculuğun sonu. Kendi yuvarlağım çevresinde dönen bir yolculuğun.”
Hayat yolculuğunu sadece mecazi anlamda kullanmadık tabii. Tezer Özlü çocukluğundan itibaren farklı şehirlerde yaşamış, farklı yerleri deneyimlemiş bir yazar. Anne ve babasının memuriyetleri nedeniyle çocukluğunu Simav, Ödemiş ve Gerede’de, gençlik yıllarını ise Ankara ve İstanbul’da yaşamış. Zürih ve Berlin’de de hayatının bir kısmını geçiren Özlü göğüs kanseri nedeniyle 1986’da Zürih’te hayatını kaybetti.
Ölümünün ardından kardeşi Sezer Duru ve Ferit Edgü tarafından kitapları yayına hazırlandı. Ardından yazılanlar, yaşamöyküsü ve fotoğrafları “Tezer Özlü’ye Armağan” adlı kitapta derlendi.(YKY)
Yazar Almanca yazdığı, Türkçe’ye Yaşamın Ucuna Yolculuk ismiyle çevrilen, Bir İntiharın İzinde (Auf dem Spuren eines Selbstmords) romanıyla Almanya’da Marlburg Edebiyat Ödülünü (1983) kazandı. Bu romanında Pavese, Kafka ve Svevo’yu takibini, dinmeyen sancılarını, yolculuklarda aradıklarını derinlemesine okuyabiliyorsunuz.
“Hiçbir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğuna kapıldığım kısa anlar kadar korkunç ve umutsuz anlar tanımıyorum.”
Tezer Özlü’nün Yapı Kredi’den yayınlamış 8 kitabı ve 2 özel baskısı bulunmaktadır: Çocukluğun Soğuk Geceleri, Eski Bahçe – Eski Sevgi, Kalanlar, Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar, Tezer Özlü’ye Armağan, Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yeryüzüne Dayanabilmek İçin, Zaman Dışı Yaşam. Yazarla tanışmak ve onun dünya ağrısını okumak isteyenlere ilk olarak Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabını tavsiye ediyoruz. Şimdi sözü onun kalemine bırakıyoruz. Seni özlemle anıyoruz Tezer Özlü!
“Her sabah yepyeni bir dünyaya kalkıyorum. Her akşam dünyanın bütün yorgunluk acı ve çelişkileriyle dayanamaz duruma geliyorum.”
“Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımda yeniden acıkıyorum.”
“Ve bana geceler yetmiyor. Günler yetmiyor. İnsan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor.”
“Ben yeterince iyi değilim, tamamen kötü de değilim. Güven vermiyorum ama
umursamaz da değilim. Kaçmıyorum, durmuyorum da. Sarhoş gezmiyorum, ama her an ayık da değilim. Bağımlı değilim, kaçabilecek kadar da özgür değilim. Politik değilim ama tarafsız da değilim. Umutsuz da değilim, sonsuz da değilim. Camus gibi yaşamın bir adım uzağında, ölümün bir koşu yakınındayım.”
Didem Madak
“Ağrı neydi, neremdeydi, neresiydi ağrı
Kim bana kalbimin menzilini soracaksa sorsun artık
Ağrıdurmadanağrıdurmadanağrıdurmadan
Ağrı benim durmadan doruğuna tırmandığım
Meğer yüksek bir dağmış.”
Ve geldik bu yazıdaki son kadın şair olan Didem Madak’a. Edebiyatımızın fesleğen kokulu şairine yani. Genç yaşta kaybettiğimiz şairimizin şiirle yolunun kesişmesinin farklı bir hikayesi var. Okuduğunuz her dizesinde öyle değişik benzetmeler yapıyor ki hayat hikayesini biraz olsun bilmiyorsanız anlatmak istediğini tam anlamıyla anlayamıyorsunuz. Gerçi o anlaşılmak isteğiyle, beğenilme arzusuyla şiirlerini yazmadığını söylüyor. O kendi istediklerini yazmış sadece. Şiirinin arkasındaysa melankoliden daha derin, adeta keskin kedi tırnakları vardır.
“Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından”
Didem Madak 13 yaşına geldiğinde annesini kaybeder. Bu onun hayatının bir nevi kırılma noktasıdır. Şiirlerinde annesine olan özlemini derinlemesine anlatır. Teyzesi Işıl Hanım’ın annesinin şiir defterini vermesiyle ise yolu şiirler kesişmiş olur. Babasıyla arasındaki uçurum ise gittikçe daha çok büyür.
“Sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim.
Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu
Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri
diye başlayan bir çocuk romanında…
Şalına sarınırdın, toprağa sarınır gibi
Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için,
bu acımasız ölü anne sesini.”
Annesinin ölümünden sonra hayatında farklı dönemler yaşayan şair kızı Füsun doğduğunda artık şiir yazamaz hale gelir ancak buna üzülmediğini anlatır dostları. Müjde Bilir, Didem’in 41 yıllık yaşamını “bir Füsun’dan bir Füsun’a evrilen bir yaşam” olarak tanımlar. Annesi Füsun’dan kızı Füsun’a kısa bir yaşam öyküsü…
Grapon Kağıtları adlı şiir dosyasıyla 2000 Yılı İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü’nü alır. Ah’lar Ağacı, Pulbiber Mahallesi ve Grapon Kağıtları ismiyle basılmış üç şiir kitabı bulunmaktadır. Biz kitapları arasında öncelik vermeden üçünü de okumanızı tavsiye ediyoruz. Hayatına dair anlatılacak çok şey olsa da söz şimdi onun kaleminde. Seni çok özledik Didem Madak!
“Kezzap attı yüzüme sokak lambaları
Tenekeden bir aydınlıkla kestim
Hayatla ilgili bütün bağlarımı
Hazırım ben
Bir anne ismine bağlamayı her şeyi:
Füsun…”
“Karanlık sokaklardan biraz korkuyorum
Ama korkmuyorum da esasında.
Pardon diyorum ayağıma bastığında dünya
Saçlarımın ucundan başlıyor artık kırılma
Kelimelerin tadına bakıyorum
Zehrinden korktuğum acı kelimeler yutuyorum yanlışlıkla.”
Ve kızına seslendiği bir yazıyı da buraya ekliyoruz:
“Canım Kızım
Sana mektup yazacağım. Çünkü artık başka bir şey yazamıyorum. Bu konuda pek de dertli değilim doğrusunu istersen. Sen bana belki bugüne kadar yazdığımdan başka türlü bir yazı yazmayı öğretirsin. Kendimi bir sonbahar ağacı gibi hissediyorum. Mutlu bir sonbahar ağacıyım ben. Yere düşen yapraklarımı eğilip topluyorum. Saçıma tutuyorum. Bakın yakışmış mı diye soruyorum. Sonra yaprakları havaya savuruyorum. Ben iki kişilik bir kabilenin me isimli kölesiyim. Çünkü sen acıktığında me diye ağlıyorsun ve bu ismimi seviyorum reis!
Canım kızım, cehaletimden şair oldum… Annesizlikten. Sen sakın şair olma!”
*Biyografiler Biyografya sitesinden alınmıştır. (www.biyografya.com)