Kitaplar bizim iç dünyamız. O dünyada bazen öyle okumalarla karşılaşıyoruz ki karakterler sanki biz oluyor, bizden oluyor. Bu yazımızda da size en sevilen bazı kitap karakterlerini sunduk. Keyifli okumalar!
1. Holden Caulfield – Çavdar Tarlasında Çocuklar (J. D . Salinger)
”Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta-yetişkin hiç kimse-yani-benden başka.”
Salinger‘in en bilinen romanı olan Çavdar Tarlasında Çocuklar, yazarın ilk ve tek romanı. Kahramanı Holden, ergenliğiyle olağanüstü sayılabilecek gitgel yaşayan, okuldan atılan 17 yaşında bir genç olarak karşımıza çıkıyor. Sorunlu okul hayatıyla yeni cinsel kimlikler de kazanan Holden, topluma yabancılaşmış bir genç olarak çevresinde kendinden büyük yetişkinlerin dünyasına ait olmadığını, çoğu zaman da onların her zaman haklı olmadıklarını kendi dilinden bir isyanla bizlere hissettiriyor.
Ona göre yetişkinlerin bambaşka, ayrı ve yüzeysel bir dünyası var. Düşüncelerindeki bu dobralık Holden‘a okurla arasında bir sempati kurduruyor. Kız kardeşinden başka kimseye kolay kolay güvenmeyen Holden’ın birkaç günlük yaşamını ele alan kitapta topluma ait olup olmadığımızı bize her fırsatta sorgulatıyor Holden. Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı okuyan hemen her okur, onda kendinden, çocukluğundan parça bulmuştur. Sanki Holden, o hiç çıkarmadığı şapkasıyla aramızda bir yerlerde dolaşıyor gibidir.
2. Clay Dunbar – Kilden Köprü (Markus Zusak)
”Rüya bitmişti artık, cevabını bulmuştu. O suyun üzerinde asla yürüyemezdi-köprüden yapılmış bir mucize-biz de bunu yapamazdık çünkü kemerlerin içinde parıldadığı alevlerin arasında nehirle taş onu dimdik tutarken son derece mucizevi ve gerçek biri, asla unutamayacağım bir şey vardı, elbette bu sadece o olabilirdi.”
Kilden Köprü‘de küçük yaşlarda ailesi dağılan ve yalnız kalan kardeşlerin hikayesi anlatılıyor. Bir çocukluk dönemine ayna tutan kitapta çocukların geçmişleriyle arada kalmış bugünlerini yani geçmişle şimdiki zamanı bir arada barındırıyor.
Kitapta babaları tarafından terkedilen kardeşler, yıllar sonra babalarıyla bir bağ kurma ihtimalini değerlendirmek istemezken Clay karakteri sayesinde bu dağılan aile toparlanıyor. Clay’ı bize sevdiren ve kardeşlerinden ayıran nokta da bu. Kendini kaybetme pahasına ailesini yeniden bir araya getirme çabasını en gerçekçi haliyle okura yaşatıyor. Clay bize cesaretin, affetmenin, yeniden hayata dönmenin umudunu büyük yüreklikle gösteriyor.
3. Ahmet Cemil – Mai ve Siyah (Halid Ziya Uşaklıgil)
”Bu siyah bir gece idi… Öyle bir gece ki gökler bütün kandillerini söndürerek denizlere bilinmezlik aleminin gizli şeylerini dökmek için hazırlanmış gibiydi.”
Servet-i Fünun Dönemi’nin ilk modern romanı Mai ve Siyah‘ta Ahmet Cemil, yazarın kendi hayatından, kişiliğinden izler taşıyan yönüyle özel olan ve sevilen karakterlerden biridir. Okuyucuların kendinden bir şeyler bulması kitabın da çok sevilmesine ve dönemine rağmen günümüzde hala etkisini sürdürmesine en büyük etkenler diyebiliriz. Hayal ve gerçeklik arasında kurmaya çalıştığımız o denge Ahmet Cemil‘in hayatıyla şekilleniyor ve kendimizi onun mücadelesine ortak olmuş buluyoruz. Ahmet Cemil, okuldan bir arkadaşıyla kurduğu bağ ile okuma sevdaları birleşince bizleri de okumaya heveslendiriyor. Ahmet Cemil zor yaşamında ailesiyle ilgili sorumluluklar taşıyorken bir yandan yakın arkadaşının kız kardeşine duyduğu umutsuz aşkla da hayata tutunmaya çalışıyor. Ailesinin geçimini tek başına üstlenen Ahmet Cemil bir yandan da yazmaya devam ettiği kitabını bitirmeye çalışıyor. Onun karakterini, dünyaya bakış açısını, Lamia’ya olan aşkını okudukça kendisine hayran kalıyoruz.
4. Hayri İrdal – Saatleri Ayarlama Enstitüsü (Ahmet Hamdi Tanpınar)
”En iyisi düşünmemekti, kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hatta ben var mıydım? Ben dediğim şey bir yığın ihtiyaç.”
Bir zaman metaforuyla doğu-batı farklılaşmasını bize en belirgin şekliyle anlatan roman, ana karakter Hayri İrdal‘ın anılarını ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kuruluşunu anlatıyor. Hayri İrdal’ı bizlere sevdiren yönüyse nüktedan oluşu ve onu etkileyen olayları hissettiği gibi anlatışı. Olan biteni mutlaka sorgulaması ve başkalarının gözünden görmeye çalışması da bir diğer sevilen özelliği. Saatlere olan tutkusu, ustasının da etkisiyle çocukluğundan gelir. Karşılaştığı yeni insanlarla saatler adına bir kurum kurma fikri oluşur ve Hayri İrdal’ın hayatında artık köklü değişiklikler yaşanır. Bu değişim başlarda güzel gibi görünse de sonra onu da rahatsız etmeye başlar. Kitapta karakterin yeni arayışları, hayatı yeniden sorgulaması ve geleneklere olan bağı da sorgulatması yönüyle değişimin kaçınılmaz bir gereklilik oluşunu bizlere gösteriyor.
5. Martin Eden – Martin Eden (Jack London)
”Ölçüm kitaplardır.”
Jack London‘ın otobiyografik kitabı, toplumda bir sınıfsal ayrımı gözler önüne seren, işçi ana karakterle kendinden üst mertebede bir kadının aşkını konu alan bir hayat çabası örneğidir. Ana karakter Martin, denizcilikle uğraşan, eğitimini tamamlamamış bir gençtir. Bir olaydan dolayı karşılaştığı Ruth ile hayatları kesişince Martin, hayatının değişim noktasına girmiştir. Kendini ait olmadığı ve hissetmediği bir toplulukta bulan Martin, aşkı da işin içine eklenince kendini tamamen umutsuz ve yetersiz hissetmeye başlar. Kendine bu toplulukta yer edinme fikri, karakterimizi yeteneği olduğu başka bir alana sürükler ve yazarlık serüveni başlar. Bu süreç onun için hiç kolay olmamıştır. Çünkü ait olmadığı insanlar ile mücadelesi onu bu yönden aşağı çekmiştir.
Her şeyin kötüye gittiği bir zamanda Martin yazdığı yerlerden güzel dönüşler alınca birden onu görmezden gelen herkes için görünür olur. Ait olmaya çalıştığı ve aralarına girmeye çabaladığı bu çevrenin değişen yüzlerini ve ikiyüzlülüklerini görünce kendini bu aralıkta bir gitgel içinde hisseder. Aslında istediği tek şeyin kabul edilmek duygusu olduğu ama bunu başardığında da kendine bir yer bulamamasıyla gelen anlamsızlık ona hayatının sonunu getirir.
6. Antoine Roquentin – Bulantı (J.P.Sartre)
”İnsan yalnız yaşayınca anlatmanın bile ne olduğunu unutuyor.”
Sartre‘nin en bilinen romanı Bulantı‘da bize kitabın ismiyle aynı hissiyatı vermeyi başaran karakter Roquentin, insanın en genel anlamından başlayıp varoluşuyla ve tüm varoluş sebepleriyle hayatının her evresinde o bulantıyı yaşayıp yaşatıyor. Bir varoluş arayışının aslında sadece bir oluştan ibaret olduğunu ve bundan başka bir şey beklememek gerektiğini düşünüyor karakter. Amaçsız ve sebepsiz, sadece varız. Bu ana temanın etrafında dönen kitapta, insanın kendi varoluşundan hariç başka varlıkların oluş sebeplerine anlam arayışı da bir noktada kaybolup gidiyor. Sartre’nin fikri yöneliminin varoluşçuluk olduğunu da hatırlayınca o ünlü cümlesi ”Varoluş özden önce gelir” düşüncesinde insanın var olmaktan da önce, kendiliğinden bir öze sahip olduğunu Roquentin ile çok doğal bir yolla görebiliyoruz.