Geçtiğimiz günlerde Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan, siyahi vatandaş George Floyd’un polis tarafından boğularak öldürülmesi üzerine Avrupa’da önemli ülkeler ayaklanarak ırkçılığa karşı tepki göstermeye başladı. Sosyal medya üzerinde büyük tepki gören “fobik olay” dijital platformlarda “Just Mercy” filminin erişime açılmasıyla yapım büyük ilgi gördü.
Just Mercy, ırkçılık ve ötekileştirme olgularının Destin Daniel Cretton tarafından yönetilerek beyaz perdeye aktarılmış hali. 2019 yılında ABD bünyesinde seyirciyle buluşan film, gerçek yaşam öyküsünü anlatarak birçok siyahi vatandaşın yaşadığı olumsuz hayat koşullarını da sanatla birleştirerek anlatmayı sağlıyor. Avukat olan Bryan Stevenson, Harvard University’de eğitim alarak idam mahkumlarına maddi beklentisi olmaksızın yardım edebilmek için işe koyuluyor. Ailesi ve çevreden aldığı tepkilerle filmde oluşan metaforik hava, faşist ideolijinin bilincine sığınan “siyahi-köle” vurgusuna dokunarak ufak kesitlerde buna yer veriyor. Tarlada çalışan görevlilerin sadece siyahilerden oluşması ve beyaz(?) polisin at üstünde onları izliyor olması, objektif dilinde alt-üst yetkisini işaret ederken, aynı zamanda Bryan Stevenson’ın önündeki yolda ne kadar zorlanacağını gösteriyor. Müvekkileriyle görüşmek üzere gittiği mekanda üst araması adı altında gördüğü baskıcı ve aşağalayıcı tavır ile adaletin nefret hissine kurban gittiğini anlayan Bryan’ın yolu Walter McMillian ile kesişiyor. Davanın usulsüz şekilde ilerlediği ve haksız kişi Walter’ın idam cezasına çarptırılmış olması üzerine delil araştırmaya başlayan Stevenson, kendisi de bir siyahi olduğu için büyük psikolojik baskı altında kalırken, modern toplumun sıfata sığdırmak için ayırdığı “beyazlar” tarafından avukat olmasıyla ötekileştiriliyor. Tüm bunlara rağmen davayı adalet boyutuna taşımak isteyen Stevenson, peşinden gittiği ipuçları ile cinayeti işleyen kişinin müvekkili olmadığı ortaya çıkıyor. Bunun üzerine Stevenson, davanın tekrar açılması ve delillerin değerlendirilmesi başvurusunda bulunuyor. Hukuk sistemini, kendi düşünce ve inançlarına göre şekillendiren eyalet sistemi, yalancı sanık ve sahte deliller kullanarak açılan talebin reddini sağlıyor. Olay örgüsü gelişme gösterirken diyaloglar tarafından desteklenen hikaye, siyahi bir vatandaşın elektrikli sandalye yöntemiyle idam edilmesi sırasında; “Ben kimseye düşman değilim.” sözlerine yer veriyor.
Joel P. West’in bestelediği şarkılar filmde “güç simgesi” olarak kullanırken, özgürlük, ölüm, nefret, barış gibi kavramların işlendiği yerlerde sık sık duymak mümkün. Genel mahkemeye taşınan davanın onaylanması, delil ve sanıkların değerlendirilmesine karar verilirken Stevenson ve McMillian’ın nihayet yüzü gülüyor.
Duruşma sahnesinde yer verilen olgular, günümüz modern toplumunda dahi “fobik” davranışların ideoloji haline gelerek ruhsal ve mental anlamda zarar verdiği insanlara değinirken, fakir kelimesi üzerine adalet ve vicdan yüklemesi yapılıyor. Kanunsuzluğu tercih eden beyaz vekilin söylemlerini geri çekmesi üzerine, davanın düşmesi ile sonuçlanan film üstü kapalı ifadelere yer vermeden “ırkçılık” üzerine geliştirilmiş başarılı bir anlatım tekniği oluşturduğunu ortaya koyuyor. Ulaşılan mevcut bilgilere göre 80’ler zamanında yaşandığı bilinen olayın, Walter McMillian’ın demans hastalığına yakalanmasını ve Bryan Stevenson’ın haksız yere idam cezasına mahkum edilen “her kesimden” insana yardım etmesiyle birlikte gerçek hayatlarına dair bilgiler paylaşılıyor. İki ismin dostlukları 2013 yılına kadar devam ederken McMillian’ın kaderini paylaşan çokça vatandaşın kurtarıldığı ise dipnot olarak belirtiliyor. 2 saat 17 dakikadan oluşan yapım etkileyici kadrosuyla, nefretin sanatla yenilebileceğini bir kez daha ortaya koyuyor.
“- Seneye kadar idam edilme riskiniz bulunmuyor. + Uzun zamandır aldığım en iyi haber.”





