Melankoli kelimesi Grekçe melankholia yani melan– ‘siyah’ + kholē ‘huysuz’ sözcüklerinin birleşiminden oluşur. Çoğu zaman değerli bir şeyi kaybetmek (bu şeyin tanımı somut bir varlıkla karşılanabildiği gibi duygu gibi soyut kavramlar da olabilir; umudunu kaybetmek, yakınını kaybetmek, yolunu kaybetmek…) veya artık o şeye ulaşamamaktan kaynaklı kişinin hissettiği depresyonla bağdaştırılır. Depresyonun nasıl bir tek nedeni yoksa melankolinin de tek bir nedeni yoktur. Kişi bunu dönem dönem hissedebilir veya bu o kişinin mizacı haline gelebilir.

Gelelim filmlerde melankoliye. Çoğu zaman dram filmlerinde melankolik unsurlara rastlasak da bilim-kurgu, fantastik, komedi, gençlik filmlerinde de görmek mümkün. Karakterimiz filmin türü fark etmeksizin kimi zaman melankolik bir mizaca sahip oluyor ve film boyunca mutlu olamayabiliyor; kimi zaman da çok mutlu insanların yaşadıkları bir dönüm noktasıyla melankoliyle tanışmalarını izliyoruz. Bazen bu filmlerde kendimizi buluyor farkındalıklar yaşıyoruz. Bu da aslında fantastik bir dünyaya girmeyi beklediğimiz beyaz perdede realitenin bizi hazırlıksız yakalamasından kaynaklı bir durum.
Baştaki tanımdan da anlaşıldığı gibi melankolinin siyahla da bir bağı olduğu aşikar. Boğucu, dramatik ve gri hislerin hepsini melankoli kümesinin içinde düşünebiliriz. Bizim kültürümüzde her nasıl siyah depresyonun, üzüntünün ve melankolinin rengiyse yurtdışında bu renk mavidir. Genellikle melankolik ve üzücü filmlerin ana renk paletinde yer alan mavi, çoğu zaman film afişlerinde de kullanılmaktadır.
1. Oslo, 31 August (2011)

Joachim Trier’in Oslo Üçlemesinin ikinci filmidir. Uyuşturucu ve alkol bağımlılığından kurtulmak için bir rehabilitasyon merkezinde tedavi gören 30’lu yaşlarda bir gencin 24 saatini anlatıyor. Anders iş görüşmesi için merkezden ayrılır ve yakında geri döneceği şehirde bulur kendisini. Sırayla eski günlerini beraber geçirdiği arkadaşlarını ziyaret eder. “Depresif ve bir o kadar da sorunları olan Anders’in 24 saati neden ilgi çekici olsun ki?” diye düşünebilirsiniz. Hüznün ve yaşamın gerçeklerinin tüm çıplaklığıyla yüzümüze vurulduğu bu film kesinlikle melankoliye boğma garantili.
2. Reprise (Tekrar), (2006)

İki yazar arkadaşın birlikte hikayeler kaleme alıp bunları yayınevlerine postalamasıyla başlayan film, bu süreç boyunca iki yazarın dostça rekabetleriyle birlikte yazı yazmanın iyileştirici gücünü konu alıyor. Yönetmen Trier, yazma uğraşının insana iyi geldiği ve iyileştirici olduğundan yola çıkarak kaleme aldığı bu senaryoda; yer yer günümüzden yer yer geçmişten kesitler gösteriliyor. Normal şartlarda tekdüze gidecek hikaye kurgusunu böyle dönüş ve aslında o an ana hikayeye bağlamakta zorlanacağımız detaylarla meraklandırarak filmi daha ilgi çekici yapıyor ve sizlere daha izlenesi bir seyir zevki vadediyor.
Yönetmenin Oslo Üçlemesini incelediğimiz yazımızı göz atmak isterseniz tıklayın.
3. Manchester By the Sea (Yaşamın Kıyısında), (2016)

Abisini kaybeden Lee‘nin, abisinin vasiyeti üzerinde yeğeni Patrick‘in velayetini almak zorunda kalmasını ve bu süreçte yaşadıklarını konu alıyor. Eskiden yaşadığı kasabaya geri dönen ve geçmişle yüzleşmeye çalışan Lee’nin ve Patrick’in çevresinde dönen filmde kasabanın karlı ve her zaman gri havasında çekilmiş geniş açılı çekimlerinde atmosferin soğukluğunu hissetmemek elde değil. Fim, 6 dalda aday gösterildiği 2017 yılında düzenlenen 89. Akademi Ödül Töreni‘nden En İyi Özgün Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu Oscarlarıyla evine döndü.
Film hakkındaki inceleme yazımıza göz atmak için tıklayın.
4. Beautiful Boy (Güzel Oğlum), (2018)

Gerçek bir hikayeye dayanan filmde uyuşturucu bağımlısı bir gencin babasıyla yaşadıklarını görüyoruz. Yer yer mutlu anlar paylaşsalar da filmin geneline hakim bağımlılık temasının senaryoya başarılı bir şekilde işlendiğini izliyoruz. Timothee Chalamet‘in canlandırdığı Nick’in mutluluğu, kullandığı uyuşturucular gibi geçici oluyor ve hemen yoksunluk dönemine giriyor. Karakterin çöküşüne film boyunca şahit oluyoruz.
Timothee Chalamet’in kariyerine ve filmlerine göz attığımız yazımıza gitmek için tıklayın.
Bir baba-oğul hikayesi Güzel Oğlum‘un ismi John Lennon’ın Beautiful Boy şarkısından geliyor. Dinlemek için:
5. Aftersun (Güneş Sonrası), (2022)

Standart bir baba-kız ilişkisinin konu alındığı fakat zaman örgüsünü ve mekan ilişkilerini anlayamadığımız bu film adeta anılarımız gibi. Nasıl çocukluğumuza dair olayları kendi hatırladığımız kadarıyla veya fotoğraflardaki gibi kabul ediyorsak bu film de aynı o anılar gibi parça parça. Aftersun listede yer alan diğer filmler gibi düz bir kurgu üzerinden ilerlemiyor. Yönetmenin çocukluğunu oynayan Sophie’nin gözünden başlayıp daha sonraları babasının depresyonuna da değiniyoruz. Bazen çok enerjik çok sosyal bir baba olan Calum bazen tam tersi bir baba oluyor. Biz bunlar çocuk Sophie’nin gözünden anlayamasak da yetişkin Sophie’nin gözünden baktıkça babasının melankolisinin içinde buluyoruz kendimizi.
Filmi incelediğimiz yazımıza göz atmak için tıklayın.
6. Never Let Me Go (Beni Bırakma), (2010)

Distopik bir dram filmi olan Beni Bırakma, organ donörü olmak için yetiştirilmiş bir grubun arasından üç yakın arkadaşı konu alıyor. Çocukluktan yetişkinliğe yani donör olma yaşına erişene dek kendilerine dikkat etmek, sağlıklı bir birey olmak ve sisteme doğru hizmet etmek zorunda olan bu üçlünün arasındaki dostluk, kimi zaman aşka kimi zaman nefrete dönüşüyor. Distopik bir gelecekte geçmesi elbet filmi karamsar bir atmosfere çekiyor. İzlerken zaman zaman gerçekleşmesi muhtemel gördüğümüz bu geleceği hayal ettirebilmek bile insanı melankoliye sürüklemeye yeterli.
Andrew Garfield’in kariyerine ve filmlerine göz attığımız yazımıza gitmek için tıklayın.
7. Trainspotting (1996)

İskoçya’da, uyuşturucu bağımlısı bir arkadaş grubunun çevresinde geçen hikayede, komediden drama sert bir geçiş yapılıyor. Adeta bağımlılar için ders niteliğinde bir deneyim yaşatıyor. Yoksunluk dönemi, uyuşturucu için ödenen bedeller, sahte dostluklar, uyuşturucu maddeyi bırakma öyküleri… Artık drug-film gibi bir kategori olduğu için bu sınıfa sokabileceğimiz gibi coming-of-age filmi de diyebiliriz. Film rahatsız edici birtakım ögeler içerse de bu onun gerçekçiliğini pekiştiren önemli bir unsur.
Filmin efsaneleşmiş giriş bölümünü buradan izleyebilirsiniz.
8. Requiem for a Dream (Bir Rüya İçin Ağıt), (2000)

Yine drug-film diyebileceğimiz bir bu film, bağımlılıkla mücadele eden karakterler üzerinden ilerliyor. Harry ve çevresindeki insanların ilişkilerini anlatan bu filmde gerek renk tonları gerek mimiklerin sabitliği seyirciyi düşürmeye yetiyor. Birbirine deli gibi aşık Harry-Marion çifti bile seyirciye aşlarını donuk ve soğuk bir çekimle aktarıyor. Yönetmen Aronofsky‘nin ilk filmi olma özelliği de taşıyan filmde yönetmenin rahatsız edici ve cüretkar imzalarına da rastlıyoruz. Karakterlerin yaşadığı acıları biz seyircilere de hissettirmeyi başarmış.
Filmi incelediğimiz yazımıza göz atmak için tıklayın.
9. Drive (Sürücü), (2011)

Adını bile bilmediğimiz dublör bir sürücüyü canlandıran Ryan Gosling‘in gizemli ve bir o kadar da hüzünlü meme’leşmiş surat ifadesiyle yer aldığı melankolik yalnız adam filmlerinden yalnızca biri. Film sabahları dublörlük yapıp akşamları suçlulara sürücülük yaparak geçimini sağlayan bir adamı konu alıyor. Monoton ve planlı giden hayatına giren küçük mutluluklar ve düzensizliklerin kendisine etkilerini izlediğimiz film neo-noir filmler kategorisinde yer alıyor. Karanlık işlere karışan ana karakterimiz Sürücü, anti-kahraman olarak seyirciye kendini özenilesi biri gibi gösterse de sonuçta karanlık birisidir.
11. Blade Runner: 2049 (2017)

Ryan Gosling‘li bir yalnız adam filmi daha. Distopik bir gelecekte geçen bilim-kurgu aksiyon filminde K adlı bir bıçak koşucusu polisin yaşamından bir kesit izliyoruz. 1982 yapımı bir diğer “Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?” uyarlaması Harrison Ford‘lu Blade Runner filminin devamı niteliğinde kurgulanmış filmde Ford’un karakteri Rick Deckard’a da rastlıyoruz. Filmin konusu bir yana yaratılan boğucu atmosferin, her daim yağan yağmurun ve K’nın yalnızlığının bize melankoliyi ve hüznü vermemesi neredeyse imkansız. Bir Denis Villeneuve filmi olan bu versiyonu gerek sinematografisi, gerek gelecekte yaşanması muhtemel insan ırkının tükenmesi ihtimali ve K’nın kimliğinin belirsizliği gibi unsurlar dikkat çekici yapıyor.
12. Arrival (Geliş), (2016)

Listedeki ikinci Denis Villeneuve filmi ile devam ediyoruz. Bilim-kurgu kategorisindeki Geliş filmi bize ilk olarak melankoliyi çağrıştırmasa da koyu ve boğuk bir atmosferde çekilen, renk skalasının Blade Runner’daki gibi çok canlı olmadığı bir film. Filmin başından sonuna karanlık bir filtreyle çekilmesi, Amy Adams‘ın rol verdiği Louise karakterinin hüzünlü yapısı ve kayıp bir kız çocuğu olguları filmin melankoliyi çağrıştırmasını da destekliyor. Yönetmenin diğer filmlerine kıyasla daha az renk kullanılan filmde oyuncuların renkli gözlerini bile fark edemiyoruz. 89.Akademi Ödülleri‘nde 8 Oscar adaylığı bulunan film yalnızca Ses Kurgusu ödülüne sahip olabildi.
Denis Villeneuve filmlerini incelediğimiz yazımıza göz atmak için tıklayın.
13. Her (Aşk), (2013)

Bir yalnız adam filmi olan Her ütopik (böyle bir gelecek ister miyiz acaba?) bir gelecekte geçiyor. Yapay zekaların tüm teknolojiye ve insanlığa yayıldığı bu gelecekte New York bile günümüz Tokyo’su gibi. Aşk hayatı pek istediği gibi gitmeyen Theodore’un akıllı telefonundaki sesli yapay zeka olan Samantha’ya aşık olmasını konu alıyor. Bilim-kurgu bir aşk hikayesini anlatan Her, 2014’te 86.Akademi Ödülleri’nde 5 dalda aday gösterildi ve En İyi Özgün Senaryo ödülünü aldı.
Filmin incelemesini yaptığımız yazımıza göz atmak için tıklayın.
14. The Banshees Of Inisherin (Ölüm Perileri), (2022)

İrlanda İç Savaşı zamanında bir kasabada yaşayan Padraic’in birkaç gününü anlatan bu film muhteşem İrlanda doğal güzellikleri ve muhteşem çekimleriyle bizlere görsel şölen sunuyor. Görüntüler bu denli güzelken yüksek ihtimal içinde bulundukları savaştan ötürü yaşadıkları hayat sorgusu, geçim sıkıntısı ve bazı hayat gerçekleri insanı derin düşündürüyor. Düşündürmekle de kalmayıp gerçekten kendimizi bazen Padraic bazen Dominic bazen de Colm’ün yerine koyuyoruz. Bizim de bu sıkıntılara düşüp bu tip düşüncelere daldığımız oluyor. Hayatın içinden bir film olan Banshees of Inisherin, listenin belki de en masum filmlerinden biri olabilir. Etkisi sizlere kalmış.
Filmin incelemesini yaptığımız yazımıza göz atmak için tıklayın
15. Bulantı (2015)

Söylenene göre müstechen sahnelerinden ötürü oyuncular tarafından reddedilen Demirkubuz kendisinin yazdığı hikayeyi Bekleme Odası‘nda olduğu gibi kendi oynayıp kendi yönetmiş. Bir trafik kazası sonucu eşini ve çocuğunu kaybeden entelektüel bir akademisyenin yaşadığı bunalımı anlatan bir film.
16. Blue Valentine (Aşk ve Küller), (2010)

Bize evliliğin diğer yüzünü anlatan bir film Blue Valentine. Filmlerde gördüğümüz mutlu ve her şeyin yolunda ilerlediği masallar bize daha yakın gelse de, Aşk ve Küller gerçek olması muhtemel bir hikaye. Gençlik yaşlarında tanışmalarından ve sevgili olmalarından şu anda neler yaptığına kadar öğrendiğimiz çiftin özellikle statü farkı, sevgi dillerinin farklılığı bir şekilde onları anlaşamamaya itiyor. Aslında çok yüksek başlayan bir aşkken nasıl bu konuma geldiklerini öğrenmeye çalıştığımız, bol flashbackli bu film sizi bu boğucu aşk ilişkisinin içinde bunaltacak. Ryan Gosling ve Michelle Williams‘ı bir çift olarak izlediğimiz bu başarılı filmde yalnızca Williams’ın En İyi Kadın Oyuncu Oscar Adaylığı bulunuyor.
17. Three Colors: Blue (Üç Renk: Mavi), (1993)

Bir trafik kazası sonucu eşini ve çocuğunu kaybeden bir başrol daha. Melankolik dram filmlerinin olmazsa olmaz unsuru kaybın çok özenli işlendiği ve yenilenmenin gerekliliğini vurgulayan bir film. Julie ilk başta ölümleri kabullenemeyip intihara kalkışır fakat bir süre sonra kendini toparlar ve varlığından vazgeçer. Eşi entellektüel bir sanatçı olan Julie, eşinin yarım bıraktığı bestesini bitirmeye çalışmaktadır. İsminin de Mavi olmasından da renk paletinin solukluğu anlaşılıyor.
Yönetmenin Üç Renk Üçlemesini incelediğimiz yazımıza göz atmak için tıklayın.


