1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı’nın tarihi kökeni 1856’da Avustralya’da işçilerin 8 saatlik işgünü talebiyle zulme ve yoksulluğa paydos dedikleri miting ve iş bırakma eylemlerine dayanmaktadır. Avustralya’da başlayan bu hareket; üretimin ve emeğin öznesi olmasına karşın 15 saate kadar varan çalışma saatleri ve düşük ücretler ile egemen sınıfın altında ezilen tüm dünya proleterlerine sıçrayarak büyük bir yankı uyandırmıştır. Yıllar sonra, 1886’da Chicago’da on binlerce işçinin insanca çalışma şartları için yaptıkları eylem ve grevler sonucunda güvenlik güçlerinin açtığı ateş ile birçok işçi hayatını kaybetmiştir. Bu olayları ise hukuksuz bir yargılama süreci, işçi ve sendikacı idamları, baskı, zulüm ve pek çok acı gelişme takip etmiştir. Bunun üzerine Avustralya’da parlayıp yıllar sonra Amerika’nın Chicago kentinde harlanan ateş, tüm dünyayı kavurmaya başlar. Tarih ilk defa bu kadar kararlı ve örgütlü bir işçi ayaklanmasına ev sahipliği yapmaktadır.
Yaşamın ve dünyanın her bucağında emeğiyle var olan, var eden, üreten, mücadele eden ve bugün kazandığı tüm sendikal hakları bedel ödeyerek kazanmış olan işçi sınıfı kaçınılmaz olarak sinemada da kendine önemli bir yer edinmiştir. 1 Mayıs’a özel olarak hazırladığımız, işçi sınıfının mücadelesini merkeze alan 10 filmden oluşan listemizle ülkenin ve dünyanın dört bir yanındaki tüm emekçilerin bayramını sevinç ve öfkenin iç içe geçtiği karmaşık bir duygu ile kutluyoruz!
10. Tout va Bien (1972)
Tout va Bien, Fransız tarihinin en önemli işçi ve öğrenci ayaklanması olarak nitelendirilebilecek olan 1968 olaylarından sadece birkaç yıl sonra bir sosis fabrikasında yaşanan işçi ayaklanmasını, gazeteci Suzanne ve onun eski bir yönetmen olan eşi Jacques’ın penceresinden aktarır.
68 olaylarından sonra sinemadaki duruşunu daha politik bir çizgiye kaydıran ünlü Yeni Dalga yönetmeni Jean Luc Godard’ın en radikal filmlerinden biri olarak değerlendirebileceğimiz Tout va Bien, sınıf çatışmasının köklerini irdeleyişi ve politik tavrı açısından Marksist bir filmdir. Filmde emek-sermaye, egemen-ezilen sınıf çatışması ve ikili ilişkiler Godard’a özgü ilginç bir üslupla sorgulanır. Filmde tercih edilen Brechtyen anlatı da Godard’ın amacıyla eşgüdümlüdür. Ayrıca filmde Suzanne rolünde sadece oyuncu değil, aktivist kimliğiyle de dikkat çeken Jane Fonda boy göstermektedir.
9. The Match Factory Girl (1990)
Andersen masalı Kibritçi Kız’a referansta bulunan filmde; bir kibrit fabrikasında oldukça yoğun ve bunaltıcı şartlarda çalışan İris (Kati Outinen) isimli genç bir kadın, evde de ailesi tarafından hizmetçi olarak görülmektedir. Yaşamın her alanında itilip kakılan İris, istenmeyen bir hamilelik sonucunda gördüğü muamele ile aşktan da umudunu kesince onu sürekli hor gören insanlardan ve sistemden intikam almak için harekete geçer.
Fin yönetmen Aki Kaurismäki’nin proletarya üçlemesinin son halkasını oluşturan film; toplumsal olanın aynı zamanda bireysel de olduğunun altını çizerek seyirciyi, oldukça pasif bir karakterin patlama noktasını gözetlemeye davet ediyor. Böylece son derece kişisel ve sade bir intikam hikâyesi üzerinden ezilen sınıfa dair önemli bir portre çıkıyor. Kairusmäki bu katarsis ile üçlemesini isyan bayrağını çekerek bitiriyor. Ayrıca üçlemenin diğer filmleri Shadows in Paradise (1986) ve Ariel’in de (1988) bu listede yer almasa da izlenmeyi hak eden değerli filmler olduğunu belirtmeden geçmeyelim.
8. Norma Rae (1979)
Sendika organizatörü Crystal Lee Sutton’un gerçek yaşam öyküsünden esinlenilen filmde, Güney Amerika’da küçük bir kasabada tekstil işçisi olarak çalışan Norma karakterinin çalıştığı fabrikayı sendikalaştırma sürecinde üstlendiği rol ve yaşadıkları anlatılır. Aynı zamanda bekâr bir anne olan Norma, bu süreçte birçok zorluk ve tehlikeyle mücadele edecektir.
Yönetmen koltuğunda Martin Ritt’in oturduğu, senaryosunu ise Harriet Frank ve Jr. Irving Ravetch’in kaleme aldığı dram türündeki film 4 dalda Oscar’a aday olmuş ve 2 dalda Oscar ödülüne layık görülmüştür. Filmde Norma karakterine Sally Field hayat vermektedir.
7. On the Waterfront (1954)
İşçi sınıfının mücadelesini anlatan en ikonik filmlerden biri olan Elia Kazan imzalı On the Waterfront (Rıhtımlar Üstünde), eski bir boksör olan liman işçisi Terry Malloy’un yozlaşmış sendikaya ve patronlarına karşı çıkma hikâyesini beyaz perdeye taşımıştır. Terry Malloy, sadece doğruları söylediği için suikasta kurban giden bir liman işçisinin ölümünde piyon olarak kullanılarak rol oynar. Daha sonra protest bir rahip ve öldürülen liman işçisinin kız kardeşi ile kurduğu beklenmedik bağ ile değişerek patrona ve mafyalaşmış sendikaya kafa tutmaya başlar.
Terry Malloy rolünde efsanevi aktör Marlon Brando’yu izlediğimiz film, döneminin en başarılı ve ses getiren yapımlarındandır. Film, Brando’ya kazandırdığı en iyi erkek oyuncu ödülü ve Elia Kazan’a kazandırdığı en iyi yönetmen ödülü de dâhil olmak üzere 8 ödül ile akademi tarafından taçlandırılmıştır. Rıhtımlar Üstünde, o yıllarda normalde akademi tarafından görünmez olan sıradan karakterlere ve toplumsal meselelere ışık tutmasıyla önemli bir konumdadır.
6. Mondays in the Sun (2002)
Orijinal ismi Los Lunes Al Sol olan, dilimize ise Güneşli Pazartesiler olarak çevrilen bu filmde, İspanya’nın kuzeyindeki bir liman kenti olan Virgo’da çalışan bir grup orta yaşlı tersane işçisinin işsiz kalması sonrasında yaşadıkları süreç anlatılmaktadır. İşsiz kalan arkadaş grubunun kişiselden toplumsala varan travmalarına; hayatla, kendileriyle ve birbirleriyle olan mücadelelerine odaklanan film; nükteyi eksik etmeyen diliyle işsizliğin iğdiş edici ağırlığına samimi ve eleştirel bir tonda yaklaşır.
Fernando León de Aranoa imzalı film, aslında isminde bile ince bir nükte barındırır. Kapitalist bir düzende Pazartesi günü, işçi sınıfının lanetidir. Peki, işsiz olmak bir Pazartesi gününü güneşle yıkamaya yetecek midir? Aranoa, tutarlı ve ağırbaşlı anlatısıyla işçi sınıfına dair en güçlü öykülerden birini beyaz perdeye taşıyor. Bize de Javier Bardem’in canlandırdığı Santa karakterinin “Ağustos Böceği ve Karınca” hikâyesine bambaşka bir yorum kattığı sahne başta olmak üzere, tüm filmi keyifle izlemek düşüyor.
5. Bread and Roses (2000)
Dilimize Ekmek ve Güller olarak çevrilen film, insanlık dışı şartlarda çalışmak zorunda kalan bir grup göçmen işçinin sendikalaşma ve haklarını arama sürecini beyazperdeye taşır. Filmin ismi ‘karnımız doysun istiyoruz, ama saygı görmek de istiyoruz’ biçiminde açıklanabilecek bir grev sloganından gelmektedir. Şirket yönetimi işçi hareketini birbirine kırdırmaya çalışırken göçmenler ve işçiler bir yandan kendi kişisel sorunlarıyla boğuşup bir yandan da cesur bir mücadeleye hazırlanmaktadır.
İşçi sınıfının sinemadaki sesi olarak bilinen Britanyalı yönetmen Ken Loach, her filminde olduğu gibi bu filminde de kamerasını en gerçek ve en toplumsal olanın yanında konumlandırarak umut tazeliyor. Filmde sendika liderine ünlü oyuncu Adrien Brody can verirken Meksikalı kaçak işçi Maya rolünde Pilar Padilla’yı izliyoruz. Loach’un başta demiryolu işçilerinin, istasyonları ve demiryollarını bir şirketin alması ile özelleşme sürecine girilmesi üzerine verdikleri tepkiyi anlatan The Navigators (2001) filmi; neoliberal ekonominin yarattığı yıkımı ve sosyal devletin sınıfta kalışını zehir zemberek bir eleştiriye tuttuğu Sorry ve Missed You (2019) ve I, Daniel Blake (2016) filmleri ve iş yerinde yaşadığı sistematik mobbinge karşı ayağa kalkan Essexli genç bir kadının hikâyesini anlattığı It’s a Free World (2008) filmi başta olmak üzere bu listede yer almayan tüm filmografisi işçi sınıfına ve azınlıklara özgü bir duyarlılık taşır ve tüm sinemaseverlere tavsiyemizdir.
4. Maden (1978)
Zonguldak’ta madende çok zor ve tehlikeli şartlar altında çalışan, tek dertleri ekmeklerini çıkarıp ailelerine bakmak olan maden işçileri; içlerinden İlyas’ın durumu fark edip ses çıkarmaya başlaması üzerine bir değişim sürecine girerler. İlyas, arkadaşları Nurettin ve Ömer’i de örgütleyerek daha iyi ve güvenilir çalışma şartları için mücadele etmeye çalışsa da diğer işçiler yukarıdan gelen baskılardan ve işlerini kaybetmekten korkarlar. Fakat yaşanan trajik bir olay sonucu ayaklanmak dışında bir çareleri kalmayacaktır.
Yerli sinemada işçi filmi dendiğinde akla gelen ilk filmlerden biri şüphesiz ki Yavuz Özkan imzalı Maden filmidir. Maden, aynı zamanda Türkiye sinemasının girdiği toplumcu gerçekçi dönemecin önemli örneklerindendir. Filmde İlyas karakterine Cüneyt Arkın, Nurettin karakterine ise Tarık Akan can vermektedir. Sinemamızın dev oyuncularını buluşturan filmin kadrosundaki diğer isimler ise Halil Ergün, Hale Soygazi ve Meral Orhonsay olarak sıralanabilir.
3. Two Days One Night (2014)
Belçika’da bir güneş paneli fabrikasında çalışan Sandra depresyon sebebiyle bir süreliğine işten ayrıldıktan sonra artık dönmeye hazır olduğunda işini tamamen kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya gelir. Patronu Sandra yokken diğer çalışanlara Sandra’nın işten çıkarılması karşılığında yüklü bir ikramiye teklif etmiştir. Gizli oylama ise Pazartesi günü yapılacaktır. Sandra’nın iş arkadaşlarını tek tek ziyaret ederek ikramiyeyi reddetmeleri konusunda onları ikna etmek için sadece iki gün ve bir gecesi vardır.
Dardenne Kardeşler imzası taşıyan bu filmde, işçi sınıfına dair sade ama vurucu bir öyküyle karşılaşıyoruz. Dardenne Kardeşler her zamanki gibi küçük insanların hikâyeleri üzerinde durarak her anlamda devleşen bir eser ortaya çıkarıyorlar. Tıpkı Loach gibi Dardenne’ler de -tarzları farklı olsa da- işçi sınıfının ve “küçük insan”ın sesi olmayı kendine borç bilen sinemacılardan. Dolayısıyla Dardenne’lerin filmografisindeki filmlerin hemen hemen hepsi bu listede olmayı hak ediyor. Marion Cotillard tarafından başarıyla canlandırılan Sandra karakteri tek tek iş arkadaşlarını ziyaret ederken iş yerlerindeki vahşi rekabet, işçi sorunları, emek-performans ilişkisi, kapitalizmin yozlaştırdığı insan ilişkileri gibi birçok sorunun yalın bir portresi çıkarılıyor.
2. Riff Raff (1991)
Listeye bir başka Ken Loach filmi ile devam ediyoruz. Loach’un filmografisindeki nispeten az bilinen, dilimize Ayaktakımı olarak çevrilen bağımsız filmi Riff Raff, İşçi sınıfına has bir romantik komedi olarak nitelendiriliyor. Filmde, bir süre hapis yattıktan sonra bir inşaat firmasında işçi olarak çalışmaya başlayan Stevie (Robert Carlyle) ve şarkıcılık yaparak para kazanmaya çalışan fakat devamlı başarısız olan uyuşturucu bağımlısı Susan (Emer McCourt) arasında yeşeren aşk, inşaat işçilerinin gündelik diyalogları ve ayaklanma süreçlerine paralel olarak anlatılıyor.
Loach bu filmde bir kez daha kamerasını Margaret Thatcher politikalarının yarattığı ekonomik adaletsizliğe doğrultuyor. Komediyi ve dramı protest bir üslupla harmanlayan film, özellikle Susan ve Stevie arasında geçen şu diyalogla hatırlanıyor:
-Sen hiç depresyona girmez misin?
-Hayır, depresyon burjuvalar içindir. Biz geri kalanlar sabah uyanıp işe gideriz.
1. Modern Times (1936)
Listenin birinci sırasında işçi filmlerinin şahı olarak addedebileceğimiz, tam bir Charlie Chaplin klasiği olan Modern Times yer alıyor. Bir fabrikada çıldırtıcı bir tempoda, makinelerden farksız bir monotonlukla çalışan işçi Şarlo, bir noktadan sonra bu yıpratıcı çalışma şartlarına ayak uyduramayıp psikolojik ve fiziksel bir çöküş yaşar. Bu durumu ise bir düzine trajikomik olay ve yanlış anlaşılmalar silsilesi izler.
Tüm dünyayı kıskacı altına alan 1929 Ekonomik Buhranını izleyen süreçte ortaya çıkan ve o dönemin şartlarında yapılabilecek en güçlü kapitalizm eleştirisini yapan film, temelinde Sanayi Devrimi sonrası ortaya çıkan sosyal ve ekonomik atmosfere çekilen bir isyan bayrağı niteliğindedir. Bu isyan, kara bir mizah anlayışını ve zekâ dolu bir hicvi barındırır.
İyi seyirler!
Kaynakça
Vesaire. “1 Mayıs’ın Kökenleri Nedir?”. Erişim: 01.05.2023. Web.
Topak, O. (2015). 1 Mayıs Geçmişten Geleceğe Bir Köprü. TTB Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, 8(29), 14-17.