İngiliz Edebiyatında Öykü

Cansel Türker
Cansel Türker
Benim adım Cansel. Bir yazar ve içerik üreticisiyim. Edebiyat, sanat ve bilgisayar oyunları üzerine yazılar yazıyorum. Yaratıcılığımı besleyen konular arasında güncel olaylar, kültür ve insan ilişkileri yer alıyor. Gelecek projelerimde, insanları düşündüren hikayeler ve denemeler yazmayı hedefliyorum. Boş zamanlarımda resim yapmayı ve farklı diller öğrenmeyi seviyorum.
spot_img
Editör:
Sena Yiğit
spot_img

Öykü, kısa bir olay örgüsüne sahip olan ve karakterler, olaylar, mekânlar etrafında oluşan bir anlatı türüdür. Romana göre daha kısadır. Yoğun ve belirli bir temayı veya duyguyu merkeze alırlar. Öyküler, okura küçük bir pencere açarak kısa ama etkileyici bir hikâye sunar. İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden itibaren sözlü veya yazılı olarak aktarılmış, her kültürde farklı biçimlerde varlığını sürdüren anlatılardır.

Öykünün İngiliz Edebiyatındaki Yeri

English Literature başlığı ve tanımıyla İngiliz edebiyatının temelini oluşturan kavramlara kısa bir bakış sunan kitap sayfası. | flickr.com

İngiliz Edebiyatında öykü, özellikle 19. yüzyıldan itibaren edebi bir form olarak önem kazanır. Ancak öykünün kökleri, çok daha eskiye Orta Çağ’ın destan ve masal geleneğine kadar uzanır. İngiliz toplumunda öyküler, toplumsal olayların, ahlaki ikilemlerin ve bireysel çatışmaların bir yansıması olarak uzun yıllar boyunca kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. İngiliz öyküleri, toplumun değerlerini, ahlaki yapısını, insan ilişkilerini ve dönemin koşullarını yansıtarak okura tarihsel bir bakış açısı sunar.

Öykünün İngiliz Edebiyatındaki gelişim süreci, edebi akımlar ve toplumsal değişimlerle şekillenir. Her dönem kendine özgü öykü anlatım tarzlarını beraberinde getirir, öyküde kullanılan temalar, karakterler ve olay örgüleri değişen İngiliz toplumuna ayna tutar. Orta Çağ’da epik ve destan formunda olan anlatılar, Rönesans ile birlikte daha bireysel bir boyut kazanır. Romantizm döneminde duygusal ve doğa temalı öykülerle zenginleşir. Modernizm ise öyküde köklü bir dönüşüm yaratarak anlatının derinliğini ve karakterlerin içsel dünyasını ön plana çıkarır.

İngiliz öykücülüğü, okura yalnızca eğlenceli hikâyeler sunmakla kalmaz; aynı zamanda toplumsal, ahlaki ve kültürel meselelere de ışık tutar. Bu edebi gelenek, insanın iç dünyasını, toplumla olan ilişkisini ve bireyin yaşam içindeki yerini sorgulayan derinlikli anlatılara sahiptir. Dolayısıyla İngiliz öyküleri, okuru düşündüren, değerleri sorgulatan ve evrensel insanlık hâllerini açığa çıkaran zengin bir kültürel miras olarak günümüzde de önemini korur.

Peki, İngiliz Edebiyatındaki bu zengin öykü geleneği, farklı dönemlerde nasıl bir evrim geçirmiş ve her dönemde hangi temalar öne çıkmıştır? Bu soruları cevaplamak için, İngiliz öykücülüğünün farklı dönemlerini inceleyerek anlatı türlerinin toplumsal, kültürel ve sanatsal değerine daha yakından bakacağız.

Erken Dönem Öyküler ve Hikâye Anlatımının Kökleri

1914 yılında Logan Marshall tarafından derlenen Myths and Legends of All Nations kitabından Beowulf bölümünü sunuyor. | Project Gutenberg

İngiliz öykü anlatım geleneği, kökleri oldukça derinlere uzanan bir geçmişe sahiptir. Bu geleneğin ilk örnekleri, Orta Çağ’dan önceye, epik şiirlerden masalsı anlatılara kadar geniş bir yelpazeye yayılır. Beowulf, bu dönemin en önemli örneklerinden biri olup 8. yüzyıl civarında yazıldığı tahmin edilen anonim bir destandır. Hikâye, Gotland adasında yaşayan Geat halkının kahramanı Beowulf’un, Danimarka kralı Hrothgar’ın krallığını tehdit eden canavar Grendel ve onun annesiyle olan mücadelesini anlatır. Beowulf, cesareti, gücü ve fedakarlığı ile dikkat çekerken, aynı zamanda erdem ve kahramanlık kavramlarını da derinlemesine sorgular. Bu eser, yalnızca edebi bir değer taşımakla kalmaz; aynı zamanda dönemin kültürel ve toplumsal değerlerini de yansıtarak okuyucuları bilgilendirir. Beowulf’un serüveni, kahramanlık hikayeleri geleneğinin temel taşlarını oluşturur ve İngiliz Edebiyatının ilk epik anlatılarından biri olarak öne çıkar.

Erken dönem öykü anlatımı, büyük ölçüde sözlü bir gelenek olarak gelişir. Hikayeler, kuşaktan kuşağa aktarılırken topluluklar arası ilişkileri güçlendiren bir araç haline gelir. Toplumun kolektif hafızasını oluşturan bu anlatılar, dinî inançları, mitolojik öyküleri ve ahlaki değerleri içerir. Sözlü anlatımın dinleyiciler üzerindeki etkisi büyüktür; öyküler, hem eğlenceli hem de öğretici bir işlev görerek toplumsal normların ve değerlerin aktarılmasını sağlar.

Erken dönem İngiliz öykülerinin en belirgin özelliklerinden biri, doğrudan insan deneyimlerini ve toplumsal ilişkileri ele almasıdır. Bu öyküler, kahramanların mücadeleleri, erdemleri ve insan ilişkilerinin karmaşıklığı üzerine odaklanarak, insanlık durumunun derinliklerine iner. Mitolojik öyküler, genellikle doğa olayları ve insan davranışları arasındaki ilişkiyi sorgularken, toplumun inanç sistemlerini ve değerlerini de pekiştirir.

Bunun yanı sıra, erken dönem öyküleri, bireylerin kimliklerini bulmalarına yardımcı olur. Kahramanların serüvenleri, kişisel gelişimlerini ve dönüşümlerini içerirken, dinleyicilere de kendi hayatlarına dair dersler verir. Bu bağlamda, öykü anlatımı, yalnızca eğlenceli bir aktivite değil; aynı zamanda toplumsal bağları güçlendiren, değerleri pekiştiren ve bireyleri bilinçlendiren bir süreçtir.

İngiliz öykü anlatım geleneği, erken dönemlerinde sözlü gelenekler üzerinden şekillenir ve toplumun kültürel hafızasında önemli bir yer edinir. Bu öyküler, yalnızca tarihî bir miras değil, aynı zamanda günümüzde de geçerliliğini koruyan toplumsal ve ahlaki değerlerin taşımacısıdır. Bu geleneğin incelenmesi, edebiyatın evrimini anlamak açısından kritik bir öneme sahiptir. Erken dönem öykülerinin incelemesi, zamanla gelişen yazılı edebiyatın temellerini ve İngiliz kültürünün zenginliğini gözler önüne serer.

Klasik Dönem ve Öykünün Evrimi: Chaucer’dan Shakespeare’e

William Shakespeare | gettyimages.com

Orta Çağ İngiltere’sinde, Geoffrey Chaucer, modern İngiliz öykücülüğünün temellerini atan önemli bir figür olarak kabul edilir. Canterbury Tales (Canterbury Hikayeleri), bu dönemin en ikonik eserlerinden biridir ve 14. yüzyılda yazılmıştır. Bu eser, farklı sosyal sınıflardan gelen karakterlerin, hacca giderken birbirlerine anlattıkları hikayeler aracılığıyla İngiliz toplumunun çeşitli kesimlerini gözler önüne serer. Chaucer, karakterlerin iç dünyalarını derinlemesine işleyerek okurlara farklı yaşam perspektifleri sunar ve insan doğasının karmaşıklığını yansıtır. Eserinde, mizah, ironi ve eleştirel bir bakış açısıyla toplumun ahlaki değerlerini sorgulayan Chaucer, hikaye anlatımına yeni bir boyut kazandırır. Bu yaklaşım öyküde karakter derinliğini ve sosyal eleştiriyi artırarak, bireylerin insanlık halleri üzerindeki sorgulamalarına olanak tanır.

Chaucer’ın ardından gelen William Shakespeare, daha çok dramalarıyla tanınsa da, eserlerinde kısa ve çarpıcı hikâyelerle karakter analizine önemli katkılarda bulunur. Shakespeare’in eserleri, özellikle Hamlet, Othello ve Romeo ve Juliet gibi trajedilerde, insan psikolojisinin karmaşıklığını yansıtan güçlü anlatılar sunar. Shakespeare, karakterlerini sadece eylemleriyle değil, aynı zamanda içsel çatışmaları, duygusal derinlikleri ve sosyal ilişkileri ile tanımlar. Bu dönemde öykü, yalnızca bir olay anlatımından çıkıp insan psikolojisini de kapsayan çok yönlü bir yapıya kavuşur. Örneğin, Hamlet’teki baş karakterin intikam arayışı, derin psikolojik bir çatışmayı açığa çıkarırken, Othello’daki kıskançlık ve ihanet temaları, insan doğasının karanlık yönlerini gözler önüne serer.

Klasik dönemdeki öykü anlatımı, bireylerin içsel dünyalarını anlamak için bir araç haline gelir. Hem Chaucer hem de Shakespeare, öykülerinde karakterlerin moral ve etik ikilemlerine odaklanarak okuyucularına sadece bir olay dizisi sunmakla kalmamış, aynı zamanda insanın doğasına dair derin bir anlayış geliştirmişlerdir. Bu dönemde öykü, aynı zamanda toplumsal ve kültürel normları sorgulamak için bir platform haline gelir. Öykü, insan deneyimini anlamak ve açıklamak için bir araç olarak kullanılmakta, toplumsal ilişkiler ve insan psikolojisi arasındaki karmaşık dinamikleri incelemeye olanak tanır.

Bu evrim, İngiliz Edebiyatının derinliğini artırmış ve sonraki dönemlerde yazılacak hikayeler için bir temel oluşturur. Chaucer ve Shakespeare’in eserleri, hem edebi bir miras bırakmış hem de öykü anlatımının zenginliğini ve çeşitliliğini geliştirir. Böylece öykü, yalnızca eğlenceli bir anlatı olmaktan çıkıp, insan deneyiminin karmaşıklığını anlamak için kritik bir araç haline gelir.

Romantizm ve Viktorya Döneminde Öykü: Duyguların ve Toplumsal Meselelerin Öne Çıkışı

1834 civarında Patrick Branwell Brontë tarafından kaydedilen Brontë Kız Kardeşler(soldan sağa: Anne, Emily ve Charlotte) | The Guardian

Romantik dönem, 18. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar uzanan bir süreçtir. Bireysel duyguların, doğanın ve insanın içsel dünyasının ön plana çıktığı bir dönemi temsil eder. Bu dönemde öykü anlatımı, bireysel duygulara ve doğaya vurgu yaparak farklı bir boyut kazanır. Romantizmin etkisiyle yazarlar insan ruhunun karmaşıklığını, tutkularını ve doğa ile olan ilişkisini derinlemesine keşfetmişlerdir. Örneğin, Mary Shelley’nin Frankenstein adlı eseri, insanın yaratma arzusunu ve doğa ile olan çatışmasını korku unsurlarıyla işleyerek okuyuculara derin bir sorgulama sunar. Eserde, Victor Frankenstein’ın yarattığı canavar, insanın doğa ile oynamasının sonuçlarını temsil ederken, bireyin yalnızlığı ve dışlanmışlık temaları da öne çıkar. Shelley, bu eser aracılığıyla, hem bireysel duygu durumlarını hem de doğanın güçlerini sorgular.

Dönemin bir diğer önemli yazarı Emily Brontë’dir. Onun Wuthering Heights (Rüzgar Gibi Geçti) adlı eseri, tutku, intikam ve doğanın güçleri ile insan ilişkileri arasında karmaşık bir denge kurar. Brontë, karakterlerinin derin duygusal çatışmalarını ve aşkın yıkıcı etkilerini işleyerek romantizmin en etkileyici eserlerinden birini ortaya koyar. Bu eser öykü anlatımında içsel duyguların ve karakter derinliğinin önemini vurgulayarak okuyuculara insan ruhunun karanlık ve aydınlık yanlarını keşfetme fırsatı sunar.

Viktorya dönemine geldiğimizde ise, bu dönemin öne çıkan yazarlarından biri olan Charles Dickens, öykülerinde sosyal adalet temalarını işler. Dickens, İngiltere’nin hızlı sanayileşme sürecinin toplumsal etkilerini ele alarak, sınıf ayrımlarını ve sosyal adaletsizlikleri sorgular. Oliver Twist gibi eserlerinde, yoksulluk, çocuk işçiliği ve sosyal eşitsizlik gibi konuları cesurca ele alarak okuyucularını toplumsal sorunlar üzerine düşünmeye teşvik eder. Dickens’ın karakterleri, genellikle toplumun marjinalleşmiş kesimlerinden seçilir ve bu da onun eserlerine derin bir toplumsal duyarlılık kazandır.

Romantizm ve Viktorya döneminde öykü, toplumsal meseleleri ele alan ve daha geniş kitlelere ulaşan bir forma dönüşür. Yazarlar, bireysel duygular ile toplumsal sorunları birleştirerek, okuyucularını hem eğlendirip hem de düşündürmeyi amaçlarlar. Bu bağlamda öykü, sadece bir anlatı aracı olmanın ötesine geçerek toplumsal değişimlerin bir yansıması haline gelir.

Bu dönemlerdeki öyküler, insan deneyimini çok boyutlu bir şekilde ele alırken, hem bireylerin içsel dünyalarını hem de toplumsal yapıları sorgulama fırsatı sunar. Romantik yazarlar, bireysel duyguları ve doğa ile ilişkileri işlerken, Viktorya dönemi yazarları sosyal adalet ve insan hakları konularında seslerini yükseltirler. Bu eserler yalnızca edebi bir değer taşımakla kalmaz; aynı zamanda çağlarının toplumsal ve kültürel dinamiklerini anlamak için önemli birer kaynak niteliği taşırlar.

Modernizm ile Öyküde Deneysel Yaklaşımlar: Virginia Woolf ve James Joyce

James Joyce ve Nora Barnacle, 1924 | www.independent.ie

Modernizm, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve edebiyatta radikal bir değişimi beraberinde getiren bir akımdır. Bu dönemde yazarlar, geleneksel anlatı yapılarını kırarak yeni teknikler ve anlatım biçimleri geliştirirler. Virginia Woolf ve James Joyce gibi yazarlar, karakterlerin içsel dünyalarını keşfetmek ve okuyucuyu bu dünyaların derinliklerine çekmek amacıyla bilinç akışı tekniğini kullanmışlardır.

Bilinç akışı, bir karakterin düşüncelerinin, duygularının ve algılarının kesintisiz bir akış içinde sunulmasını sağlayan bir yazım tekniğidir. Bu teknik, okuyucunun karakterin zihnine doğrudan nüfuz etmesine ve onun içsel deneyimlerine tanık olmasına olanak tanır. Woolf ve Joyce, bu yöntemi kullanarak, karakterlerinin karmaşık zihin yapısını ve bireysel deneyimlerini derinlemesine ele almışlardır.

Joyce’un Dubliners adlı öykü derlemesi, sıradan insanların hayatlarından kesitler sunarak derin bir sosyo-psikolojik analiz yapar. Bu eser, Dublin’deki çeşitli karakterlerin yaşamlarını, toplumsal koşullarını ve içsel çatışmalarını gözler önüne serer. Joyce, bilinç akışı tekniğini ustalıkla kullanarak, karakterlerinin düşüncelerinin ve duygularının nasıl birbiriyle iç içe geçtiğini gösterir. Örneğin, A Little Cloud adlı öyküsünde, karakterlerin hayal kırıklıkları, arzuları ve toplumsal beklentileri iç içe geçer ve okuyucu bu karmaşık duygusal yapının içinde kaybolur.

Virginia Woolf ise Mrs. Dalloway ve To the Lighthouse gibi eserlerinde bilinç akışı tekniğini kullanarak insanın içsel karmaşıklığını sade ama etkili bir dille işler. Woolf, zamanın geçişini ve bireylerin zaman içindeki varoluşunu sorgular. Örneğin, Mrs. Dalloway’da Clarissa Dalloway’ın aklındaki düşünceler ve anılar, geçmiş ile şimdi arasında gidip gelirken, okuyucu onun içsel yolculuğuna tanıklık eder. Woolf’un yazım tarzı, dış olayların ötesine geçerek karakterlerin psikolojik durumlarını ve bireysel gerçekliklerini açığa çıkar.

Modernizmde öykü, bireyin içsel yolculuğunu ve toplumun birey üzerindeki etkilerini yansıtan bir ayna haline gelir. Bu dönemde yazarlar, karakterlerin zihinlerindeki karmaşayı ve toplumsal normlarla olan çatışmalarını derinlemesine inceleyerek, okuyucuya yeni bir okuma deneyimi sunarlar. Woolf ve Joyce’un eserleri, sadece bireysel duyguların ve deneyimlerin değil, aynı zamanda modern toplumun karmaşasının da bir yansıması olarak edebiyatın sınırlarını zorlar.

Bu deneysel yaklaşımlar, edebiyatta anlatı biçimlerini dönüştürür ve okura daha derin bir anlama ve empati kurma fırsatı verir. Böylece öykü, bireyin içsel dünyasını keşfetme aracı olarak önemli bir rol oynar. Modernizmin etkisiyle edebiyat sadece bir anlatım aracı olmaktan çıkmış; bireylerin içsel deneyimlerini, toplumsal koşullarını ve insan doğasını derinlemesine anlamaya yönelik bir platform haline gelmiştir.

Çağdaş İngiliz Edebiyatında Öykü: Çeşitlilik ve Yeni Anlatım Biçimleri

Kazuo Ishiguro kitapları | MPR News

Günümüzde İngiliz Edebiyatı, tarihsel köklerinden beslenerek farklı kültürleri harmanlayan evrensel bir kimlik kazanmıştır. Zadie Smith ve Kazuo Ishiguro gibi çağdaş yazarlar, öykü anlatımında yenilikçi teknikler ve çok kültürlü perspektifler sunarak modern İngiliz Edebiyatına farklı bir boyut kazandırmışlardır. Bu yazarların eserleri yalnızca bireylerin yaşamlarına odaklanmakla kalmayıp, aynı zamanda daha geniş toplumsal ve kültürel bağlamları da ele alır.

Zadie Smith, özellikle White Teeth gibi romanlarıyla bilinir ve bu eserinde Londra’nın çok kültürlü yapısını ve farklı etnik kökenlerden gelen insanların yaşamlarını ustalıkla işler. Smith, karakterlerinin içsel çatışmalarını ve kimlik arayışlarını ele alırken, toplumsal normların ve kültürel önyargıların birey üzerindeki etkilerini sorgular. Örneğin, White Teeth’teki karakterler, göçmen geçmişleri ve içinde bulundukları topluluklarla olan ilişkileri üzerinden kendi kimliklerini inşa etmeye çalışırken, okuyucu da bu karmaşık yapının dinamiklerini gözlemleme fırsatı bulur.

Kazuo Ishiguro, Never Let Me Go ve The Remains of the Day gibi eserleriyle, zaman, bellek ve insan ilişkileri üzerine derinlemesine düşünceler sunar. Ishiguro’nun öykülerinde, geçmişin ağırlığı ve bireyin bu geçmişle yüzleşme çabası önemli bir tema olarak karşımıza çıkar. Özellikle Never Let Me Go’da, karakterler gelecekle olan çatışmalarını ve insanlık halleri üzerindeki sorgulamalarını derinlemesine yaşarlar. Bu eser, geleceğe dair kaygılarla dolu bir dünyayı ve bireylerin bu dünyadaki yerlerini anlamaya yönelik çabalarını sorgular.

Günümüz İngiliz öykülerinde, göç, kimlik ve bireyin toplumsal yapıyla olan çatışmaları gibi temalar öne çıkar. Bu temalar, yazarların eserlerinde sadece bireysel deneyimler olarak değil, aynı zamanda toplumsal dinamiklerin bir parçası olarak da işlenir. Çağdaş yazarlar, karakterlerinin yaşamları üzerinden, sosyal adalet, kimlik politikaları ve kültürel çeşitlilik gibi konuları ele alarak okuyucuya evrensel bir bakış açısı sunarlar.

Modern İngiliz öykücülüğü, değişen dünya ile birlikte şekillenerek farklı anlatım biçimlerine ve deneysel yaklaşımlara kapı aralamaktadır. Yazarlar, geleneksel anlatı yapılarının ötesine geçerek çok katmanlı ve çok sesli anlatım teknikleri kullanmakta; bu da okuyucuya daha zengin bir deneyim sunmaktadır.  Sonuç olarak, Çağdaş İngiliz Edebiyatında öykü, sadece bireysel deneyimleri anlatmakla kalmayıp, toplumsal gerçekleri ve kültürel dinamikleri de gözler önüne seren bir araç haline gelmiştir. Yazarlar, öykü aracılığıyla okuyucuları düşünmeye ve sorgulamaya teşvik ederek edebiyatın evrensel dilini ve gücünü yeniden tanımlamaktadır.

Kaynakça
  1. Sanders, Andrew. The Short Oxford History of English Literature. Oxford University Press, 2004.
  2. Greenblatt, Stephen, ed. The Norton Anthology of English Literature. W.W. Norton & Company, 2012.
  3. Watt, Ian. The Rise of the Novel: Studies in Defoe, Richardson, and Fielding. University of California Press, 2001.
  4. Shelley, Mary. Frankenstein. Lackington, Hughes, Harding, Mavor & Jones, 1818.
  5. Boehrer, Bruce. “Romanticism and the Rise of the Novel.” The Cambridge Companion to the English Novel, edited by Eric Bulson, Cambridge University Press, 2019, pp. 20-35.
  6. Smith, Zadie. White Teeth. Vintage, 2000.
  7. Öne Çıkan Görsel
spot_img

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Frankenstein Canavarının 90 yıllık Evrimi: Sinemada 8 Farklı Görünüm

1931'deki hantal Karloff'tan 2025'in duygusal Jacob Elordi'sine... Frankenstein canavarının sinema tarihinde Gotik edebiyat mirasını nasıl dönüştürdüğünü keşfedin.

Müzik Festivallerinin Peşinde Avrupa Turu

Avrupa'nın önde gelen müzik festivalleri ile yaz boyunca geziyoruz.

S.D.B.D.A. Veyahut Yan Yana Film İncelemesi: Birlikteliğin Birleştirici Gücü

Feyyaz Yiğit ve Haluk Bilginer’in başrolde olduğu Yan Yana, farklı dünyalardan gelen iki adamın mizah ve içtenlikle kurduğu dönüştürücü bağı etkileyici biçimde anlatıyor.

Boyarken Düşünmek: Sanatla Zihinsel Arınma

Modern çağın zihinsel gürültüsünü durdurmanın yollarından biri boyamaktır. Sanatla akışa girmek, kaygıyı azaltıp, derinlemesine odaklanma ile aracılığıyla zihinsel arınmayı mümkün kılar.

Dire Straits – Brothers In Arms: Bir Savaş Eleştirisi

Klavye ve gitarın ikonik ismi Dire Straits'in Brothers In Arms ile sunduğu savaş karşıtı bakış açısını inceledik!

Haunted Hotel Dizi Analizi: Ölüm ve Yaşam Arasında Alaycı Bir İşletme

Korku ile komedi türlerini harmanlayan Matt Roller, izleyicilere yepyeni bir fantastik evren sunuyor.

Frankenstein Filmine Referans Olan Tablolar

Frankenstein filmi yalnızca konusuyla değil, sanatsal yanıyla da bizlere çok şey anlatıyor.

TikTok’un Kütüphanesi: BookTok’ta Popüler Olan 10 Kitap

BookTok, kullanıcıların kısa videolarla paylaştığı bir dijital kitap topluluğu haline gelmiş ve bir kitabın popülerliğini hızla arttıran bir platform olmuştur.

Kayayı Delen İncir Aslında Ne Anlatıyor?

Kayayı Delen İncir, Turgut Uyar’ın 1982 yılında, ilk kez Karacan Yayınları tarafından yayımlanan ve aynı yıl Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanan şiir kitabıdır.

Julianus: Son Pagan Bizans İmparatoru

Roma'nın dinden dönen imparatoru Julianus’un Paganizmi canlandırma çabaları, askeri zaferleri ve tartışmalı politikalarıyla bıraktığı mirasın izini süren bir portre.