“Gördüklerimi ve duyduklarımı hiçbir zaman unutmak istemiyorum.”
2010 yılında beyaz perdeye yansıyan Incendies, Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve‘ün sinema dilinde ulaştığı çarpıcı bir dönüm noktasıdır. Wajdi Mouawad‘ın “Incendies” adlı tiyatro oyunundan uyarlanan bu film, yalnızca bir savaşın değil, aynı zamanda bir annenin suskunluğunun anatomisini çıkarır. Kanada yapımı olsa da hikâyesi, Orta Doğu‘nun savaşla yoğrulmuş coğrafyasından kök salmıştır. Fransızca, Arapça ve İngilizceyi bir araya getiren film, kültürlerarası bir sessiz çığlık gibi yankılanır; dili ne olursa olsun, izleyicide aynı derin sarsıntıyı bırakır.
Villeneuve ve Valérie Beaugrand-Champagne‘in birlikte uyarladığı Incendies, sessiz ama derinden yakan bir patlamayı andırır: Ne bağırır, ne ağlar ama içten içe kavurur. 2011’de En İyi Yabancı Film dalında Oscar adaylığı elde eden film, uluslararası arenada büyük yankı uyandırmıştır. Toplamda 39 ödül ve 14 adaylık kazanan Incendies, eleştirmenlerin ve izleyicilerin ortak takdirini kazanmıştır. Özellikle 31. Genie Ödülleri‘nde büyük başarı göstererek En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu (Lubna Azabal), En İyi Yönetmen, En İyi Uyarlama Senaryo, Sinematografi, Kurgu, Genel Ses ve Ses Düzenleme gibi birçok dalda ödüle layık görülmüştür. Incendies, yalnızca festival başarılarıyla değil, ruhun en derin acılarına dokunuşuyla da kalıcı bir sinema anıtına dönüşmüştür.
Bir annenin yıllarca sustuğu acı, kelimelere sığmayan bir geçmişi içinde taşır. Küle dönmüş şehirlerde, suskunluk bazen en yüksek sesle konuşur; bazen de bir mektup, sessizliğin ardında gömülü hayatları ortaya çıkarır. Incendies, geçmişin karanlık sokaklarında sessizce yürürken, izleyicisini anne olmanın, kaybetmenin ve hatırlamanın sınırlarına sürüklüyor.
Geçmişin Küllerinde Saklı Bir Savaş, Sessizlikle Yazılan Bir Vasiyet

“Sadece bir mezar yeri istiyorum. İsmim hiçbir yerde yazmasın. Sözlerini tutmayanlar için mezar taşı yazısına gerek yoktur.”
İkiz kardeşler Jeanne ve Simon Marwan, anneleri Nawal‘ın ölümünden sonra vasiyetini açmak üzere notere çağrılır. Ancak onları bekleyen, sıradan bir miras paylaşımından çok uzaktır: Nawal, ardında iki zarf bırakmıştır. Biri, yıllar sonra hâlâ hayatta olduğunu öğrendikleri babalarına, diğeri ise varlığından bile haberdar olmadıkları kardeşlerine ulaştırılmak üzere hazırlanmıştır. Ve bu zarflar yerine ulaştığında, Jeanne ve Simon’a da kendi mektupları teslim edilecektir. Bu beklenmedik gerçekler, ikizleri Kanada’dan Lübnan’a, annelerinin sustuğu yılların izini sürmeye zorlar.
“Zarflar teslim edildiğinde size bir mektup verilecek. Sessizlik bozulacak, söz tutulmuş olacak. O zaman, mezarıma bir taş dikip güneşin altında adımı yazabilirsiniz.”
Jeanne ve Simon, annelerinin gençliğinde içine sürüklendiği iç savaşın ortasında, onun geçirdiği travmalarla ve yaptığı zorunlu seçimlerle yüzleşir. Her yeni bilgi, Nawal’ın sessizliğini biraz daha anlamlandırır ve aynı zamanda çocukların kendi kimliklerine dair bildiklerini altüst eder. Incendies, bireysel hafızayla toplumsal felaketin iç içe geçtiği bir anlatı sunarken, izleyiciyi geçmişle yüzleşmenin ve affetmenin ağırlığıyla baş başa bırakır. Bir anne, çocuklarını korumak için ne kadarını unutmalı, ne kadarını hatırlamak zorunda bırakılmalı? Sessizliğin ardına saklanan kaç hayat, konuşulmadığı için tekrar tekrar acı çekmeye mahkûm olur?
“Ölüm, asla hikâyenin sonu olmaz. Hep bir iz bulunur.”
Şarkı Söyleyen Kadın: Molozların Arasından Yükselen Ses

“Peki ya gazete?
Merak etme. Biz olmadan da gazete idare edebilir.
Fikirler ancak onları savunacak birileri olursa hayatta kalırlar.”
Nawal Marwan, ailesinin onaylamadığı birine duyduğu yasak aşk yüzünden hayatının en derin yarasını henüz gençliğinde alır. Ailesi tarafından sevdiğinden zorla koparılır, doğurduğu bebeği elinden alınır; sevdiği adam ise ailenin gözünde bir utancı ortadan kaldırmak için öldürülür. Fakat Nawal’ın sınavı burada bitmez; yıllar sonra patlayan iç savaş, onun hakikatin izini sürerken siyasi bir tutsak ve sessizliğe hapsedilmiş bir kadına dönüşmesine neden olur. Hapishanede yaşadığı sistematik şiddet ve tecavüz, bir savaş gibi bedenine kazınır. Ama Nawal ne bağırır ne ağlar; o, acılarını sesiyle değil direnişiyle taşır. Susturulmuş tüm kadınların yükünü omuzlarında, kaybolan tüm çocukların izini kalbinde taşır.
Nawal, yazılmış bir hayatı yaşamaktansa, bedeli ne olursa olsun, direnmeyi seçer. Bu seçimi ise onu esir eder; bedenini zincirler, ama ruhunu asla susturamaz. Hapishanede geçen yıllarında Nawal, bedenine kazınan onca acıya rağmen, şarkılar söyleyerek hayatta kalır. Çünkü sesi, ona kalan tek direniş biçimiydi. Filmde savaş, sadece silahların patladığı uzak bir gürültü değil; bedenlerde iz bırakan, yaşamların akışını altüst eden derin bir müdahaledir. Nawal’ın geçirdiği deneyimler, savaşın kadınları nasıl birer hedef tahtasına çevirdiğini gözler önüne serer. Bu hikâye, kurşunlardan çok suskunlukla delinmiş bir hayatın portresidir.
Çerçevenin İçinde Kalan Acı: Işık, Gölge ve Hafıza

“Bazen bilmemek daha iyidir.”
Arrival, Blade Runner 2049, Prisoners, Dune gibi filmleriyle Villeneuve‘ün sinemasal dehasına aşinaydım. Ama Incendies, onun anlatımının en derin, en insana temas eden katmanlarını açığa çıkaran yapımlarından biri. Bu filmde Villeneuve’ün kamerası yalnızca izlemiyor, sanki hissediyor; acıyı, suskunluğu ve geçmişin izlerini yalın ama derin bir görsellikle perdeye yansıtıyor. Beni en çok etkileyen şey ise sessizliğin bu kadar çarpıcı biçimde yankılanmasıydı. Her plan ve her bakış, izleyicinin içine işliyor; sanki susturulmuş duygular perdeye yansıyor ve gözlerimizin önünde can buluyor. Mücadelenin sonsuz yükü, karakterlerin omzunda öylesine ağır ki izleyici bu yükle birlikte derinlere çekiliyor.
Film boyunca her sahneyi içime çekerek izledim; çünkü bu hikâyede yalnızca Nawal’ın değil, birçok kadının sesi vardı. Villeneuve, bize sadece bir trajedi anlatmıyor; yitirilmiş adaletin ve bastırılmış hafızanın gölgesinde kalan insanları görünür kılıyor. Mélissa Désormeaux-Poulin, Jeanne karakterinin merakını ve giderek derinleşen yüzleşmesini büyük bir doğallıkla perdeye yansıtıyor. Lubna Azabal ise Nawal rolüyle yalnızca bir karakteri değil, aynı anda birçok kadının bastırılmış öfkesini ve direncini bedeninde taşıyan çarpıcı bir figürü canlandırıyor.
“Saçma olan, kaçınılmaz olması. Bilmek zorundasın; yoksa hep huzursuz olacaksın, aklın hep orada kalacak. Huzur olmadan saf matematik de olmaz. Bir başlangıç noktasına ihtiyacın var.”
Villeneuve’ün görsel dünyasında çöl manzaraları, yıkıntılar ve geniş boşluklar, hikâyenin yükünü taşıyan bir atmosfer yaratırken; filmin müzikleri ise dramatik yapı ile iç içe geçerek karakterlerin duygusal yolculuğuna güçlü bir eşlik sunuyor. Radiohead‘in “You and Whose Army?” parçasının çaldığı sahne, görüntüyle müziğin nasıl derin bir etki yaratabileceğini bana yeniden hatırlattı. Müzik mi bizi yakalar, yoksa biz mi onun içinde sakladığımız yaralarımızla yüzleşiriz?
Şarkıyı dinlemek isterseniz diye bırakıyorum:
Yanmak Birlikteyse, Kül Bile Yalnız Değildir

“Birlikte olmak kadar önemli bir şey yok.”
Filmin sonlarına doğru gelen açıklamalar, karakterlerin geçmişle kurduğu tüm ilişkileri altüst ediyor. Peki bazı gerçekler, bilinmek için mi vardır, yoksa üzerlerinin örtülü kalması daha mı insancadır? Incendies, adalet arayışının kimi zaman vicdanla, kimi zaman da acıyla çatıştığı bir alana sürüklüyor izleyiciyi. Aile dediğimiz şey sadece kan bağı mıdır? Gerçek ne zaman unutulur, ne zaman affedilir? Film, en beklenmedik anda, en derin yarayı açıyor; izleyiciye ise yalnızca bu yaranın farkında olarak yaşamaya devam etmek kalıyor. Belki de asıl yük, gerçeği bilmekten değil, onunla birlikte yaşamayı göze almaktan doğuyor. Filmin yaptığı o ters köşe öyle serttir ki, bir anda tüm hikâye bambaşka bir anlam kazanıyor; ne düşüneceğini bilemiyor insan.
“Çok yakında sessizliğe bürüneceksin, biliyorum. Çünkü gerçek önünde herkes sessiz kalır.”
Son perde indiğinde, artık hiçbir şey eskisi gibi kalmaz. Sessizlik, bir sığınak değil; çıplak gerçeğin yankısına dönüşür. Incendies, izleyiciyi öyle bir gerçekle yüzleştirir ki nefes almak bile ağır gelir. Gerçeğin ağırlığı sessizce omuzlara çöker; film, yalnızca geçmişle yüzleşmenin değil, affetmenin, anlamanın ve hayatta kalmanın da ne denli ağır bir bedel gerektirdiğini hatırlatır. Hikâye sona erer, ama açtığı yara kolay kolay kapanmaz. Çünkü bazı gerçekler vardır ki bir kez duyuldu mu, insanın hayatını sonsuza dek ikiye ayırır. Gerçeğin ağırlığıyla yüzleştiği anda Mélissa Désormeaux-Poulin‘nin sergilediği sade ama sarsıcı oyunculuk, finalin etkisini iki katına çıkarır.
“Bir artı bir, bir edebilir mi?”
Bu soru, yalnızca mantığa değil, ruhun en derin yarıklarına yöneltilmiş bir haykırıştır. Çünkü bazen, gerçeği öğrenmek insanı birleştirmez. Aksine onu daha da bölüp parçalar. Kimi zaman insan, kendi varlığının bile kendi ellerinde olmadığını fark eder. Kan bağı, hatıralar, bastırılmış acılar bir araya geldiğinde anlamlı bir bütün oluşturmaz; yalnızca geriye suskun parçaların birbirine baktığı koca bir boşluk kalır. Incendies, bu tek cümleyle sarsar izleyicisini: Kimlik nedir? Geçmişle yüzleşmek bir özgürlük mü, yoksa yeni bir mahkûmiyet mi? Belki de bazı soruların cevabı yoktur; çünkü bazı gerçekler, yalnızca susturur.
İçimizde Açılan Yaralar: Gerçeğin Bedeli

“Şimdi istediğiniz şey ne?
Düşmanıma, hayatın bana öğrettiği şeyi öğretmek.”
Savaş sadece şehirleri değil, bedenleri, ruhları ve hafızaları da yıkar; izi derinlere kazınır. Özellikle Orta Doğu coğrafyasında, bu yıkımın en ağır bedelini çoğu zaman kadınlar ve çocuklar öder. Silahlar sustuğunda bile savaş, insanların içinde sürmeye devam eder. Yankısı, kadınların bedeninde, bakışlarındaki uzaklıkta ve omuzlarına çöken görünmez bir yükte hissedilmeye devam eder. Incendies, bir kadının, Nawal’ın, savaşın gölgesinde nasıl sessizliğe itildiğini ama içten içe nasıl direndiğini gösteriyor. Konuşamayan, ağlayamayan, bağırmayan bir kadının taşıdığı acı, kelimelerin ifade edebileceğinden çok daha derindir. Zira bazen en gürültülü çığlık, hiç atılmamış olandır.
Nawal’ın çaresizliği, sadece başına gelenlerde değil, elinden alınanlarda gizlidir: sevgisi, çocuğu, kimliği, hatta sığınabileceği güvenli alan bile. “Şarkı Söyleyen Kadın” olarak anılan Nawal, sesiyle hayatta kalmaya çalışan, susturulmak istenen bir halkın, bir coğrafyanın ve en çok da kadınların sembolüne dönüşür. Her notada bir direniş, her nefeste bir hatırlayış vardır. O, yaşadığı zulme rağmen susmayan; susturulsa bile içindeki sesi öldürmeyen bir kadındır. Nawal, varlığıyla bile bir isyana dönüşürken, onun hikâyesi bize şunu fısıldar: Bazen bir kadın, sesiyle bir savaşın hafızası olabilir.
Ateşin Ardında Ne Kaldı?

“Hayatım boyunca seni aradım. Ve sonunda seni buldum.”
Nawal, hayatta kalmanın enkazı altında bir ömür boyu sesini yitirdiği evi aradı; sesi sustukça, köklerine doğru daha çok yaklaştı. Nawal, havuzun kenarında sessizliğe gömülürken, geçmişin ağırlığı suya değil, onun bastırılmış diline çökmüştü. Bunca yangının ardından ne kalır geriye: küller mi, yoksa yeniden başlama ihtimali mi? Nawal‘ın mücadelesi bizlere yalnızca bir anlatı değil; sessizliğe, kayıplara ve dayatılan kadere karşı direnişin ilhamı oluyor.
Bu film bizlere, bir kadının susturulmuş sesinde, nice hayatın bastırılmış çığlıklarını duyuruyor. Direnişin bazen sessizlikle, özgürlüğün ise ağır bir bedelle mümkün kılındığını gösteriyor. Masumiyetin savaşla gölgelenebileceğini, ama yine de insanın içindeki hakikat arzusunun asla sönmediğini hatırlatıyor. Bu yolculuk, bir filmi izlemekten çok, bir hayatın kırık parçalarıyla yürümek gibi. Özgürlük ne zaman kazanılır? Masumiyet bir daha bulunabilir mi? Savaş bitse de, insan içindeki savaşı ne zaman susturabilir?
Filmin fragmanına buradan ulaşabilirsiniz: