Oğuz Atay‘ın 1972’de yayımlanan Tutunamayanlar adlı romanı, Türk edebiyatında bireyin parçalanmışlığını, aydınların toplumla kurduğu sorunlu ilişkileri ve modern yaşamın yarattığı yabancılaşmayı en güçlü biçimde yansıtan eserlerden biridir. Romanın ilk ve son cümleleri arasındaki zıtlık, bu parçalanmışlığın nasıl derin bir ironiyle işlendiğini gösterir. Açılış cümlesi, “Olay, XX. yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut’un evinde başlamıştı” diyerek bizi dar bir mekâna, evin içindeki sessizliğe ve karanlık bir zamana hapseder. Burada bireysel yalnızlık, kişisel bir iç hesaplaşma ve Selim’in ölümünün Turgut üzerindeki sarsıcı etkisi öne çıkar. Buna karşılık kapanış cümlesi, “Toplantı, geç saatlere kadar birlik ve beraberlik havası içinde devam etti” ifadesiyle, bireysel karanlığı toplumsal bir klişeyle örter. Bu klişe, devlet söyleminin resmî dilinden tanıdığımız, birlik ve beraberlik formülüdür. Dolayısıyla roman, bireyin evindeki yalnızlıkla başlayıp sahte bir toplumsal bütünlükle kapanır. Ancak yazarın ironisi tam da burada devreye girer: Arada yaşanan trajediler, sorgulamalar, Selim’in intiharı ve Turgut’un içsel çözülüşü sonunda tek bir toplumsal kalıba indirgenir. Bu indirgeme, bireyin sesini susturmaz aksine daha da duyulur kılar. Oğuz Atay, başlangıç ve bitiş arasına sıkışan bu yolculukla, modern bireyin tutunamama hâlini görünür kılmıştır.
Yalnızlığın Mekânı: Evde Başlayan Olay

Romanın ilk cümlesi, “Olay, XX. yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut’un evinde başlamıştı” ifadesiyle, daha ilk anda okuru bireysel bir kapatılmışlık duygusuna sürükler. “XX. yüzyılın ikinci yarısı” gibi geniş bir tarihsel çerçeveyle başlayan cümle, hemen ardından gelen “bir gece, Turgut’un evinde” ayrıntısıyla ani bir daralmaya uğrar. Tarihin ortasında, koskoca bir yüzyılın kalbinde geçen olay, tek bir bireyin evine, onun iç mekânına hapsedilir. Bu daraltma, Oğuz Atay‘ın bireyi toplumsal ve tarihsel bağlamdan kopuk, yalnız, parçalanmış bir varlık olarak ele alışının ilk işaretidir.
Ev, romanın ilk bölümünde yalnızlığın mekânıdır; burada yalnızlık, yalnızca Turgut’un kişisel bir ruh hali değil, aynı zamanda modern bireyin temel koşuludur. Turgut’un zihni, tıpkı evin kapalı odaları gibi, dışarıdan kopmuş, kendi içine kapanmıştır. Zamanın gece olarak seçilmesi ise mekânın işlevini güçlendirir. Gece, gündüzün düzeninden, rollerinden ve görünürlüğünden arınmış bir zamandır. Turgut’un karanlıkta, sessizlikte, kendi iç sesiyle baş başa kalması, romanın açılışını varoluşsal bir sorgulamanın eşiğine taşır. Bireyin kendi içine dönmesine, iç hesaplaşmasına olanak tanır.
Bu noktada Selim’in intiharı, evin mekânsal ve gecenin zamansal daralmasını daha da yoğunlaştırır. Turgut’un evinde başlayan olay, Selim‘in yokluğunun bıraktığı boşluğun Turgut’un zihninde yarattığı depremdir. Turgut’un içsel karanlığı, Selim’in ölümünden doğan boşlukla birleşir ve bireysel yalnızlığı, toplumsal bağların kopuşunu simgesel düzeyde temsil eder. Romanın ilk cümlesiyle başlayan bu sahne, aslında arada yaşanacak olayların özünü çoktan haber verir: Bireysel bir sarsıntı, giderek toplumsal klişelere çarpacak ve onların içinde boğulacaktır.
Parçalanmış Hayatlar, Yarım Kalan Oyunlar

Romanın gövdesinde Turgut, Selim’in hayatına dair parçaları toplama çabasındadır; fakat her yeni bilgi Selim’i biraz daha bütünlükten uzaklaştırır. Farklı kişilerin anlatılarında Selim, birbirini tutmayan imgelerle belirir. Kimi için kırılgan, kimi için alaycı, kimi için silik bir figürdür. Bu parçalı görüntü, bireyin toplumsal sistem içinde tutarlı bir kimlik kuramamasının ifadesidir. Anlatı tekniği de bu parçalanmışlığı yansıtır: belgeler, hatıralar, şarkılar, oyun parçaları, parodiler… Her yeni katman, bir öncekinin boşluğunu doldurmak yerine yeni bir boşluk açar. Böylece Selim’in yaşamına yaklaşmak yerine ondan uzaklaşılır. Turgut’un arayışı da Selim’in parçalanmışlığı üzerinden kendi iç bölünmesini fark etmesine dönüşür.
Bu iç bölünmenin en güçlü sembolü Olric‘tir. Turgut’un zihninde beliren Olric, kimi zaman akıl hocası, kimi zaman karşıt ses olarak onunla konuşur; böylece bireyin içsel çatışması dışa vurulur. Selim’in izini sürmek, aslında Turgut’un kendi benliğiyle hesaplaşmasıdır ve Olric bu hesaplaşmanın sahnelenme biçimidir. Atay’ın dünyasında her hayat yarım kalır. Selim’in intiharı yarıda kesilmiş bir hikâyedir, Turgut’un araştırması hiçbir zaman sonuçlanmaz, Necati’nin oyun yazarlığı girişimleri ciddi bir sanatsal üretime dönüşmez. Bu yarım kalmışlık, bireylerin sürekli tökezleyen hayatlarına sinmiştir ve romanın her satırında tutunamama hâli olarak belirir.
Oyun metaforu bu yarım kalmışlığı toplumsal düzeye taşır. Oğuz Atay, karakterlerin toplumsal rollerini bir oyunun figüranları gibi çizer fakat oyunlar hep yarıda kalır. Sahiciliğe ulaşmaz, gülünç bir taklit olarak kalır. Böylece toplumsal yaşam da bir başarısız oyuna benzer. Turgut’un duyduğu anılar, topladığı belgeler, dinlediği şarkılar bu başarısız oyunun parçalarını oluşturur. Okur bir bütünlük aradıkça yazar bilinçli olarak bu bütünlüğü bozar. Modernist romanın karakteristik stratejisi olan bu teknik, hayatın dağınıklığını doğrudan yapıya taşır. Dolayısıyla parçalanmış hayatlar yalnızca Turgut ve Selim’in kişisel hikâyelerini değil, aynı zamanda bir kuşağın, yarım kalmış modernleşmenin ürettiği kimliksizleşmiş bireylerinin hikâyesini de imgeler.
İronik Kapanış: Birlik ve Beraberlik

Romanın son cümlesi, “Toplantı, geç saatlere kadar birlik ve beraberlik havası içinde devam etti”, baştan sona bireysel dramlarla örülü bir hikâyenin üstüne indirilen sahte bir perdedir. Buradaki dil artık Turgut’un evindeki içsel sesin dili değil, resmî söylemin kalıplaşmış nutuklarının dilidir. Bin sayfa boyunca anlatılan intihar, yalnızlık, sorgulama ve parçalanma, sonunda tek bir klişeye indirgenir. Bu indirgeme, bireyin trajedisini görünmez kılmayı hedefler gibi görünür. Fakat yazarın ironisi sayesinde tam tersine, okur bu klişenin sahteliğini fark eder ve bireysel sesin aslında bastırılamadığını görür.
Bu kapanış, romanın ilk cümlesiyle yan yana düşünüldüğünde ironik bir gerilim yaratır. Bir evin içindeki gece yarısı yalnızlığıyla başlayan hikâye, toplumsal birlik ve beraberlik klişesiyle son bulur. İlk cümlenin daraltıcı bireysel mekânı ile son cümlenin yapay kolektif havası arasındaki mesafe, romanın tümünü kapsar. Turgut‘un arayışları, Selim’in intiharı, Olric’le yapılan iç diyaloglar, yarım kalan oyunlar, hepsi bu iki uç arasında sıkışıp kalır. Ama bu sıkışma, sahici bir çözüm üretmez. Yalnızca ironik bir çerçeve kurar. Romanın gövdesini oluşturan parçalanmış hayatların ve tutunamama hallerinin tamamı, sonunda sahte bir bütünlük klişesiyle paketlenir. Fakat bu paketleme okurun gözünde daha da absürt görünür ve bireyin sesini susturmak yerine güçlendirir.
Bu nedenle romanın kapanışı, aynı zamanda yazının da sonucu sayılabilir: Tutunamayanlar, bireysel yalnızlıkla başlayan ve sahte bir toplumsal bütünlükle biten yolculuğun ironisidir. Oğuz Atay, modern bireyin tutunamama hâlini çözmeye değil, görünür kılmaya yönelir. İlk ve son cümleler arasında kurulan gerilim, bireyin sesi ile toplumun klişe dili arasındaki çatışmayı açığa çıkarır. Ve okur bilir ki, bütün bir hayatın ve bütün bir romanın birlik ve beraberlik gibi boş bir formülle kapatılması, bireyin sesini susturmaz; aksine daha da gürültülü kılar. Oğuz Atay’ın ustalığı, tam da bu ironik tersine çevirmede yatar.
Kaynakça
Atay, Oğuz. Tutunamayanlar. İstanbul: İletişim Yayınları, 1972.
Batur, Enis. Bir Çağ Yangını: Oğuz Atay’ın Edebiyatı. İstanbul: Can Yayınları, 1998.
Madra, Ömer. “Tutunamayanlar Üzerine.” Tutunamayanlar’ın giriş yazısı. İstanbul: İletişim Yayınları.
Aytaç, Gürsel. “Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar Romanında Modernist Anlatı Teknikleri.” Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2002, s. 115-132.


