Sümer, Babil gibi uygarlıklarda kadınlar mitolojik hikayelerde yer almaktadır. Ancak Antik Yunan’dan itibaren kadınlar, kendileri etrafında güçlü bir olay örgüsü oluşturmayı başarmıştır. Yunan Tragedyaları olan Antigone (Sofokles) ve Medea (Euripides), bu kadınların kendilerine karşı konulan sınırları yıkmasıyla güçlerini ortaya koyar. Orta Çağ’da ise kadınlar genellikle yerel destan ve hikayelerde yan karakterler olarak kalmıştır. Ancak Birinci ve İkinci Dalga Feminizmler ile dünya genelinde ve Türkiye’de, kadının toplumdaki yerini sorgulayan ve ilham verici kadınların hikayelerinin arttığı görülmüştür.
Bu yazımızda kadınların hikayeleriyle tanışacaksınız, keyifli okumalar!
1. Antabus – Seray Şahiner
“İnsan kimse yokmuş gibi yaşamayı öğreniyor.”
Antabus, bir roman olarak kadın olmanın kara mizahla kurgulandığı bir yapıttır. Antabus ismi aslında alkol tedavisinde kullanılan bir ilaçtır. Başkarakter Leyla, kendi hayatında söz sahibi olamamanın trajikomik bir dille anlatımını sunar. Yani romanın ismi gibi yaşadığı olayları baskılamak için kendi Antabus’unu yaratır. Leyla, köyden kente göç eden bir ailenin kızıdır ve şehir hayatına adapte olmaya çalışırken istemediği bir evlilik ve hazır olmadığı annelikle karşı karşıya kalır. Bu durumu bilindik kadın hikayesiyle bilinmedik bir sonla birleştirerek bize aktarır. Leyla‘ya eşlik eden bir diğer karakter ise Ülker Abla olur. Ülker Abla ile Leyla yan yana farklı iki kadındır. Biri şiddeti kabul ederken diğeri bunu sorgulamaktan hiç vazgeçmez. Roman; evi, kadına şiddetin mekânı olarak konumlandırır. Gördüğü her şiddetten sonra Leyla kendine özgü üçüncü sayfa haberleri yazar. Çünkü şiddet gören kadınların hikayesinin dinlendiği ve umursandığı tek yer gazetedeki üçüncü sayfalardır.
2. Gözyaşı Konağı, Ada 1876 – Şebnem İşigüzel
“Belki sadece merakımın kurbanı olmuştum. Tıpkı bir erkek gibi merak etmiş, hür olmak istemiştim. Hazzı merak etmiştim. Bu dünyanın erkekler için yaratıldığını unutmuştum.”
Şebnem İşigüzel‘in Gözyaşı Konağı adlı eseri, Osmanlı Devleti’nin siyasi dönüm noktalarından biri olan 1876 yılına ve toplumsal yansımalarına odaklanır. Osmanlı dönemindeki “aile ve kadın” ikilemine eleştirel bir bakış sunar. 1876’da Osmanlı’da bir dizi değişiklik yaşanmıştır; 2. Abdülhamid tahta çıkmış, Kanun-i Esasi ilan edilerek Meşrutiyet dönemi başlamıştır. Kitabın ana karakteri olan Vuslat Emine, Osmanlı aile yapısı ve kadın olmanın getirdiği rol üzerinden eleştirel bir bakış açısıyla şekillenir. Emine, istenmeyen bir hamilelik sonucu kalfası Bedriye ile Büyükada’ya giderken, toplumun ahlaki değerleri tarafından şiddete maruz kalır. Büyükada’da o dönemde gayrimüslim çoğunluğun olması ve bu kadınların Osmanlı kadınlarından görece serbest olması Emine‘yi sorgulamaya iter. Ayrıca roman bize, kadın ve erkek rollerinin kesin sınırlarını koyar. Erkek olmak isteyen bir kadına karşı toplum, şiddeti meşrulaştırır. Fakat Vuslat Emine‘nin halası, farklı bir kadın profilinden ilerler. Toplumda sayılan sevilen ve övgü ile bahsedilen bir kadındır. Bunun sebebi hiç evlenmemiş olması ve gelenek, göreneklere bağlı dindar bir kadın olmasıdır. Böylece saygı duyulmak istenen kadınların nasıl olması gerektiğinin bir reçetesini de bize verir.
3. Marina Tsvetayeva ya da Alabuga’da Ölmek – Vénus Khoury-Ghata
“Ya yoldan çıkışların, asla yakalamadığın mutluluğun çılgınca arayışından başka bir şey değilmişse?”
Marina Tsvetayeva, 1917 Rus Devrimi’nin tanıklarından nadir kadın şairlerden biridir. Yazar Vénus Khoury-Ghata, Tsvetayeva‘nın günlüklerinden ve şiirlerinden yararlanarak onun hayatını kurgusal bir şekilde okuyucuya sunar. 1917-1941 yılları arasında açlıkla mücadele eden bir ülkede, Tsvetayeva burjuvazinin kayboluşuna özlem duyar. Doğru zamanda ve yerde, yanlış cinsiyette doğmanın ağırlığını hisseder. Fedakar anne rolünü reddetmesi, evlilik ve sadakat ikilemiyle başa çıkması ve toplum tarafından acımasızca dışlanması, Marina‘nın onarılamaz yaralar açmasına ve trajik sona yol açar. 1941’de Alabuga’da vefat edene kadar hayatını çelişkiler içinde yaşar. Edebi bir aşk inşa etmeye umutsuzca bağlıdır. Bu süreç içerisinde Rilke ve Boris Pasternak başta olmak üzere birçok ünlü edebi kişilik ile mektuplaşmaya başlar.
4. Miras – Vigdis Hjorth
“Bütün geceyi utanç ve pişmanlık içinde geçirdim ve büyümediğim, olgun ya da dengeli bir biçimde konuşamadığım, yeniden çocuk olmaktan utandığım için uyuyamadım.”
Miras, Norveçli bir ailenin miras kavgasıyla ilişkilendirilen karanlık bir sırrın ardına saklandığı bir romandır. Kitabın kahramanı, ellili yaşlarında olan Bergljot, bu miras kavgasında geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalır. Roman, aile içinde yaşanan tacizlerin nasıl normalleştirildiğini ve travmaların hayatları, seçimleri üzerinde nasıl etkili olduğunu güçlü bir eleştiriyle anlatır. Bergljot tacizcisi ile yüzleşemez ama susanlar ile yüzleşir. Kutsal aile motifine zarar verdiği gerekçesi ile Vigdis Hjorth tepkilerinde odağı haline gelir. Roman da olduğu gibi gerçek hayatta da iki kadın da toplum tarafından cezalandırılır. Romanın ana sorunsalı toplumdan değil kendi gerçekliğinden korkan bir kadının yaşadığı iç tramvalardır. Nitekim bu tramvalar kendi çocuklarına ve eşine bakış açısını da etkileyecektir.
5. Feniçka – Lou Andreas Salome
“Geceleri kitapların başında oturmayı tercih ederim. Ortalık o kadar sessizken…” “Genç bir kızın böyle bir şey söylediğini duymak kulağa çılgınca geliyor.”
Lou Andreas Salome, Freud ve Nietzsche‘nin aşık olduğu bir kadın olarak bilinse de, aslında bu tanımlamanın ötesinde bir kişidir. Salome, toplumdaki kadın algılarına karşı çıkan karakterler yaratmıştır. Bu karakterlerden biri de Fenya olarak bilinir. Kitap, Max Werner ve Fenya arasındaki dostluk ilişkisini konu alır. Dönemin erkeği olan Max, Fenya ile olan ilişkisi sayesinde kadın kimliğini ve eğitimin özverisini sadece erkeklere ait olmadığı gerçeğiyle yüzleşir. Max Werner‘in bakış açısını değiştiren gerçek, toplumda erkeklere özgü kodlanan her bir varoluşun aslında kadında da bulunabileceğidir. Fenya kısa süreliğine Max‘in “Feniçka“sı olur. Ayrıca Feniçka, Lou Andreas Salome‘un kendi hayatından da parçalar sunduğu bir otobiyografik roman olarak da görülebilir. Max, Freud ile benzerlikler gösterir. Max gibi Freud’da, Salome ile girdiği uzun süreli sohbetlerin sonucunda “kadınlara özgü zaafları bulundurmadığından” hayranlıkla bahseder.
6. Kadınlar – Eduardo Galeano
“Deli şairler ölüme gidiyorlar, normal şairlerse kılıcı öpüp övgüler düzüyor ve sessizliğe gömülüyorlar.”
Eduardo Galeano, kendine özgü anlatım tarzıyla farklı coğrafyalardan ve kültürlerden gelen kadınların tarihini yeniden yazmaktadır. Bu kadınların ortak bir noktası vardır: toplumlarının erkeklere ait olduğunu ilan ettikleri rolleri üstlenmeleri. Dönemin Mekke’sinde yaşayan peçe takmayı reddeden Sakina bint Hüseyin‘den, giyotinle idam edilen Olympia de Gouges‘a kadar farklı kadınları kendi edebiyat tarzıyla yeniden yorumlar. Galeano, “Kadın Uyan!” diyerek bu kadınları edebiyat süzgecinden geçirir ve onların hikayelerini farklı bir perspektiften anlatır. Hikayeleri farklı kılan bir diğer nokta ise büyük tarih kitaplarında yer almayan ama kendi coğrafyalarında güçlü konumda olan kadınları anlatmasıdır. Bu adını bilmediğimiz kadınlardan biri, ordu da erkek kılığına girerek savaşan “Carmen Velez“dir. Galeano, anlattığı kadın hikayeleri ile “erkek” ve “kadın” arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaktadır.
7. Öğrenci Kız – Osamu Dazai
“Yaşım ilerledikçe okuldaki ahlak ile toplum içindeki ahlak arasında çok büyük fark olduğunu anladım.”
Dazai‘nin romanı, Tokyo’da yaşayan isimsiz bir genç kızın on iki saatlik zaman dilimini anlatır. Hikâye, karakterimizin annesi aracılığıyla Japon toplumunun kadınlara yüklediği rolleri eleştirmesini içerir. Roman iç monolog tarzında ilerler. Ergenlik dönemine girmesiyle birlikte, çevresindekilerin kendisine olan bakışının değiştiğini fark eden Öğrenci Kız, kendi kimliğiyle mücadele etmeye başlar. İdealleştirdiği kadın olma hayalleri ile annesinin temsil ettiği geleneksel kadın rolü arasında sıkışıp kalır. Kalabalık noktalardan kaçarak insanları bir fobi haline getirir. Hikâye de farklı olan nokta, başrolün kendisinden kadın olduğu için tiksinme duymasıdır. Ayrıca Dazai, bu roman aracılığıyla 20.yüzyıldaki Tokyo banliyöleri gerçeğini gözler önüne sermektedir.
8. Uyanış- Kate Chopin
“Belki de, ömür boyu hayallerle yaşayan bir budala olarak kalmaktansa uyanmak daha iyidir, acı çekecek olsak bile!”
Edna, iki çocuk annesi ve evli olan bir kadındır. Amerikan toplumunun idealize ettiği kadın modelini başarıyla yerine getirir. Anne ve iyi bir eş rollerini ustalıkla oynar. Ancak beklenmedik bir yasak aşk yaşaması, Edna‘nın kendi benliğini sorgulamasına yol açar. Birdenbire içinde bir huzursuzluk doğar. Edna, başarılı olduğu roller içinde tarif edemediği bir mutsuzluk hisseder. Bu mutsuzluğun içerisinde kendi sesini yükseltmeye başlar. Bu durum zamanla hoşuna gitmeye başlar. Kendi bireyselliğini oluşturmaya çalıştığı bu süreç sonunda kendi imzasını keşfeder. Bu ani “uyanış” ile, Edna kendini derin bir okyanusta yüzerken bulur.