Gezegenimiz, sahip olduğu yaşam döngüsü ile ertelenmesi söz konusu olmayan önlemlerin ve kararların alınması gerekliliğine işaret eden bir krizle karşı karşıya. Küresel ısınma ya da iklim değişimi olarak adlandırılan bu kriz, sadece ekosistemler üzerindeki görünür etkileriyle açıklanamayacak bir sürecin ürünü olarak değerlendirilmeye alınmak durumunda. Çünkü bu krizin ciddiyetini gösteren aşırı hava olayları, gıda kıtlığı, biyoçeşitlilik kaybı gibi işaretler; sosyal ve politik yapıdan dolayısıyla insan ilişkilerindeki adaletsizlikten bağımsız değil. Bu krizin çözümü, karbondioksit salımını yavaşlatmaktan ya da kömür arayışından vazgeçmekten ibaret değil. Bu krizin nedenleri, çözümü politik ilişkiler ağının dışında bırakmayı geçersiz kılıyor. Yüzleştiğimiz sonuçlar nedenleriyle birlikte değerlendirildiğinde doğa ve insan arasındaki ilişkinin politik olduğu ortaya çıkıyor.
Emisyonlardan Herkes Eşit Derecede Sorumlu Değil
İnsan eylemleri, doğadan bağımsız bir bağlamda ortaya konamayacağı için sonuçlar da sadece doğa üzerinde ortaya çıkan olumsuzluklara indirgenemiyor. Çünkü insan da eylemlerini ortaya koyduğu bağlamın içinde ve onun bir parçası olarak varlığını sürdürüyor. İnsan kendini bu gerçeğin üzerinde ya da dışında konumlandırma eğilimi gösterdikçe kendi yaşam koşullarını aşındırıyor. Elbette tüm insanların eylemlerini ve düşünce pratiklerini bu noktadan hareketle genellemek doğru olmaz. Aksi hâlde bu kriz üzerinde herkesin eşit sorumluluğa sahip olduğu kanısına da varmamız gerekirdi. Yine de krizin sonuçlarına maruz kalma ve değişen koşullardan etkilenme anlamında görece (aşırı hava olaylarına maruz kalarak çalışmak durumunda kalan meslek gruplarını ve sıcaklık artışlarından daha fazla etkilenen kronik hastaları düşündüğümüzde) bir eşitlikten bahsedebilsek de krize neden olan eylem biçimleri söz konusu olduğunda eşit derecede sorumluluğumuz olduğunu ileri süremiyoruz. İklim adaletsizliği ya da karbon eşitsizliği adı verilen bu gerçeklik, yapılan araştırmalarda elde edilen veriler üzerinden açıkça okunabiliyor. O hâlde, bu adaletsizliği net şekilde ortaya koyan bir grafiğe dikkat çekerek incelemeye devam edelim.
Yukarıdaki grafik, kapitalist ülkelerin yoksul ülkelerden daha fazla emisyon payının olduğunu ve buna rağmen yoksul ülkelerin iklim değişikliğinin etkileri karşısında daha yüksek kırılganlık gösterdiğini açıklıyor. Benzer şekilde, Oxfam ve Stockholm Çevre Enstitüsü’nün bir raporu, dünya nüfusunun en zengin % 1’inin, 1990’dan 2015’e kadar dünyanın yoksul %50’sinin iki katından fazla karbondioksit salımından sorumlu olduğunu gösteriyor. İklim aktivistleri tam da bu noktadan hareketle iklim eylemlerinde “İklimi değil, sistemi değiştir.” ifadelerini kullanıyor. Ne var ki James E. Hansen 2008 yılında yaptığı bir konuşmada; bilimsel topluluğun küresel ısınmadan anladığı şeyle politikacıların ve kamuoyunun anladığı şey arasında büyük bir uçurum bulunduğunu, bilimsel verilerin yansız değerlendirilmesinin politik çevreleri şaşkınlığa uğratan sonuçlar verdiğini ifade ediyor.
İklim Aktivistlerinin Sanat Eserlerini Hedef Alması Nasıl Yorumlanabilir?
İçeriğin ilk kısmında, iklim krizinin sanayileşmiş kapitalizmin yarattığı sosyal eşitsizlikten bağımsız düşünülemeyeceğine işaret ettik. Buradan hareketle içeriğe, değerlendirmek istediğimiz asıl konuyla, iklim aktvistlerinin “sanat eserlerine el yapıştırma” protestolarının sosyolojik analiziyle devam edeceğiz.
Öncelikle neler olduğunu hatırlayalım. İngiltere’nin başkenti Londra’da bulunan Courtauld Gallery’deki Van Gogh sergisine gelen iki iklim aktivisti, sürdükleri yapıştırıcı ile Van Gogh’un 1889 tarihli Peach Trees In Blossom tablosunun çerçevesine ellerini yapıştırmıştı. Just Stop Oil grubu üyesi olan 21 yaşındaki Louis McKechnie, kendisinin ve eylemci arkadaşının tutuklanmasının beklendiğini belirterek “Bu resme yapışmış durumdayız. Çünkü geleceğimiz için korkuyoruz. İhtiyacımız olan değişikliği elde etmenin başka bir yolu olsaydı, yapardık. Diğer her şeyi denedik.” ifadelerini kullanarak protestolarını gerekçelendirmişti.
Benzer bir protesto da İngiltere’nin başkenti Londra’da bulunan Ulusal Galeri’ye gelen iki iklim aktivisti tarafından gerçekleştirilmişti. Kullandıkları yapıştırıcı ile John Constable’ın 1821 tarihli eseri The Hay Wain tablosunun çerçevesine ellerini yapıştıran aktivistler, daha sonra da tablonun üzerine yanlarında getirdikleri ve üç parçadan oluşan Geleceğin Kıyamet Vizyonu adını verdikleri resmi yapıştırmışlardı. Bu protestolar sonrasında aktivistler, kültürel miras olarak değerlendirilebilecek sanat eserlerine zarar vermeyi göze aldıkları gerekçesiyle pek çok kişi tarafından eleştirilmiş, aktivistlerin dikkat çekmek istedikleri sorunlardan ziyade sanat eserlerine zarar gelip gelmediği sorusu tartışma konusu hâline gelerek medya tarafından gündeme taşınmıştı.
Peki aktivistleri, sanat eserleri üzerinden protesto yapmaya iten şey neydi? Protestoları mekânsal ve simgesel bağlamları içinde değerlendirmeyi denersek karşımıza ne çıkar? Bu sorudan hareketle konuyu; sivil itaatsizlik, kültürel sermaye, gösterişçi tüketim, sergileme kavramları üzerinden irdeleyeceğiz. Ama öncesinde Felix Guattari’nin ekozofi kavramından da kısaca bahsetmemiz gerekiyor.
Ekolojinin sosyal, zihinsel ve çevresel olarak ortak bir kavrayışını öneren ekozofi kavramı, etik ve estetiğin, sanat ve bilimin birbirine yaklaşma eğilimine, birbirinin yöntemlerini kavrama ve esneklik kazanabilme biçimlerine vurgu yapmaktadır. Bu protestolar ile dikkat çekilmek istenen iklim krizinin kendi başına ekolojik bir sorun olarak değerlendirilemeyeceği, hem protestonun yapıldığı mekan hem de protesto sırasında kullanılan kültürel sermaye unsurları dikkate alındığında görülebilecektir. Sosyal ekoloji, zihinsel ekoloji, çevre ekolojisi ve bütün bunlar bir ekozofinin estetik etiğinde mümkündür. (…) Eylemi psike’den ve sosyalliği çevreden ayrı tutmak doğru olmaz. (…) bizim üç ekolojik görüş açımızın oluşturduğu, birbiriyle yer değiştirebilir üç gözlük camının arkasından dünyayı tanımlamak yerinde olacaktır (Guattari, 2000). Susamoğlu’na göre (2005), etik ve estetik, sanat ve bilim arasındaki bu bütüncül kavrayış, karşıt gibi görünen ilke ve yöntemlerin birbirini etkilemesine izin veren ve alan açan bir yapı sunmaktadır.
Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş Yöntemi
Gordon’a göre (2005) sivil itaatsizlik terimi; dar anlamıyla bir topluluğun tümünün veya bir kısmının, hükümet politikalarını şiddete dayanmayan yollarla değiştirme çabası olarak tanımlanır. Sivil itaatsizlik, yasaların ya da hükümet politikasının değiştirilmesini hedefleyen politik bir eylem olmaya karşılık gelmesinin yanı sıra kamuoyu önünde icra edilmesi ve şiddete dayanmaması anlamında da iklim aktivistlerinin bu yazıda konu aldığımız protesto biçimini kapsayacak tanım alanına sahiptir. Protestocuların kendilerini eylem pratikleri ve seçilen mekânın görünürlüğü üzerinden sergileme gayretleri, medya üzerinden toplumsal değerlere ulaşma amacını da içerir. Protestoların yasal olmayan politik bir eylem olarak nitelendirilmesi medyadan faydalanmak için bir engel değildir. Aksine kitlesel tepki aracılığıyla hedeflenen içeriğin aktarılması anlamında bir işlevsellik kazanıldığı gözlenebilir. Bu anlamda azınlıkların çoğunluk üzerinde ahlâki bir baskı kurmakta kullandığı ve benimsenmiş bir yöntem olarak pasif direniş yöntemine de değinmek gerekir. “Pasif direnişte genel olarak kamuya ait ya da girilmesi yasak olan yerleri işgal eden ve gözaltına alınsalar ya da yetkililerin başka müdahaleleriyle karşılaşsalar bile şiddete hiçbir şekilde başvurmayan protestocu gruplar görülür. Bu eylem biçiminin asıl gücü ahlâkidir. Yarattığı görüntüler medya aracılığıyla kamuoyunu yönlendirebilir ve siyasetçiler ile erki elinde bulunduran kesimlerde suçluluk duygusuna ve kafa karışıklığına yol açabilir (Gordon,2005:581).
Gösterişçi Tüketim ve Kültürel Sermaye Üzerinden Sorumlulara Ulaşmak
Karbon emisyonlarının payının ülkelere göre nasıl dağılım gösterdiğini sınıflı toplum yapısını dikkate alan iklim adaletsizliği kavramıyla irdelemiştik. Aktivistlerin protestolarında hedef aldığı gruplar arasında yer alan şirketlerin, gösterişçi tüketime ve kültürel sermayeye sahip olan kişileri temsil ettiği göz ardı edilmediğinde sanat eserlerinin protestolar içindeki konumu da farklı bir perspektiften değerlendirilebilir. Sanat aracılığıyla benimsenen ve sanat eserleri üzerinden sergilenen estetik tüketim, Pierre Bourdieu’nun edinildiğinde kişilere avantaj sağlayan bilgi, beceri ve eğitim türlerine işaret eden kültürel sermaye kavramını karşımıza çıkarır. Giddens’a göre (2017), kültürel sermaye, konuşmada ya da bedensel davranışlarda somutlaşabilirken sanat eserleri gibi kültürel ürünlerde nesneleşebiliyor. Dolayısıyla protestolar aracılığıyla iklim krizinin sorumlularına ulaşabilmek, kültürel sermaye kodlarını yorumlamaktan geçiyor. Sorumlulara onların estetik tüketim biçimleri üzerinden ulaşmak, onların gösterişçi tüketim yapabilecekleri alanlarda eylem halinde olmayı gerektiriyor. Veblen (2017), değerli malların gösterişçi tüketimini aylak centilmenin saygınlık aracı olarak nitelendiriyor.
Kaygının Aktarım Biçimleri ve Genç Nesil
İklim krizinde sorumluluğu en az olmasına karşın, yaş itibariyle gelecekteki sorunlarla yüzleşme ihtimali en yüksek olanlar, yani gençler, bugün gelecekleri adına yaşadıkları kaygıyı çeşitli davranış pratikleri üzerinden göstermeye devam ediyor. Örneğin, Fridays For Future hareketi bugün hâlâ kararlılıkla sürdürülüyor. Karşılaşılan yeni protesto biçimleri de neticede, medya üzerinden kamuoyuna farkındalık kazandırmayı ve protestolarda kullanılan semboller aracılığıyla dikkati krizin sorumluları üzerine çekmeyi amaçlıyor. (Başkaya, 2019), gençlik hareketinin olmazsa olmazını her aşamada demokrasiyi içselleştirmek, yaşanan reel bir varlığa kavuşturmak olarak yorumluyor. Ortak kültürel mirasın hedef alınması, iklim krizinin ulusal sınırların ötesinde bir sorun olmasıyla ilişkili gözüküyor. “Dünyanın her yerindeki sosyal hareketlerin etkin iletişim içinde olmaları, ortak amaçlar için ortaklaşmanın yeni ve etkin yöntemlerini keşfetmeyi gerektirir. Artık hiçbir sorunun “ulusal sınırlar” dahilinde çözülmesi mümkün değil. Yüz yüze olunan karmaşık sorunlar bir bütünlük oluşturuyor. Dolayısıyla bütünlüklü bir kavrayışı gerektiriyor” (Başkaya,2019:190).
Kaynakça:
- Başkaya, Fikret, Eko-Sosyalist Paradigma Komünist Topluma Giden Yol, Yordam Kitap, İstanbul, 2019.
- Giddens, A. (2017). Sosyoloji (7.Edisyon). İstanbul: Kırmızı.
- Gordon, Marshall, Sosyoloji Sözlüğü,(çev. Osman Akmhay, Derya Kömürcü) Ankara, 1999,Bilim ve Sanat Yayınları.
- Guattari, F. (2000). Üç Ekoloji (Ali Akay, Çev.). İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
- Hansen, J. E. Küresel Isınmanın Kırılma Noktası, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2009
- Susamoğlu, F. (2018). GÜNCEL SANATTA EKOLOJİK YAKLAŞIMLAR VE EKOZOFİ KAVRAMI . Güzel Sanatlar Enstitüsü Dergisi , (41) , 96-103.
- Veblen, T. B. , Aylak sınıfın teorisi: kurumların iktisadi incelemesi. Çev: Eren Kırmızıaltın ve Hüsnü Bilir, Heretik Yayınları, Ankara, 5. Baskı, Mayıs 2021.