Stefan Zweig’in birbirinden ayıramadığım iki kitabına değinmek istedim.
Stefan Zweig ile “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” ile tanıştım. Daha sonra arkası geldi tabii.
Bu kitapta, kahraman sadece mektubun yazarı olarak görülüyor. Bir ömür boyunca sevilen bir adam için kağıda dökülen cümlelerden ibaret.
Bir kadının hayatı boyunca hep “bilinmeyen” sıfatında var olmasını hem benliğinizde, hem kalbinizde, hem de psikolojinizin en derinlerinde hissediyorsunuz.
Mektup, “Sana, beni asla tanımamış olan sana.” diye başlayıp sizi uzun süre düşündürecek bir yolculuğa çıkarıp sizi o yolda kaybediyor.
Bir önceki kitaptan bu kadar etkilenince hemen “Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat”i edindim. İyi ki öyle yapmışım.
Zweig, burada içkinin insanda nelere yol açabileceğini, bu saplantı haline gelmiş durumun farklı sınırlarında dolaştırıyor. Tabii ki, kahramanımız bir kadının gözünden ve sadece “yirmi dört” saat ile…
Tutkusu ve özgürlüğünün peşine takılan bu kadının kalbine dokunduğumu hissettim.
Ayrıca kitap 1900’lü yıllarda Avrupa’daki kibar tabakanın ahlak anlayışına da oldukça eleştirel bir tavırla yaklaşıyor.
Ben, iki kitapta da apayrı ufuklara gittim geldim; birkaç gün etkisinde kaldım. İkisini birbirinden ayıramam ikisi farklı konuları barındırsa da yüreğime öyle güzel işledi ki…
Kısacası, gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum.