Sabah erkenden, Clarisse (Vicky Krieps) uyanır, evinin içinde adeta bir hayalet gibi gezinir, birkaç eşyasını alır, sessizce evinden çıkar, arabasına biner ve arkasında hiçbir iz bırakmadan eşini ve iki çocuğunu terk eder.
Mathieu Amalric’in, Hold Me Tight’ı bizi birçok sorunun içine doğurarak başlıyor. Clarisse evini terk ederken paralel bir şekilde, geride bıraktığı eşini ve çocuklarını izliyoruz, sıradan günleri yavaş yavaş Clarisse’in yokluğuyla kararırken aklımızdan geçen onlarca cevapsız sorunun arasında kayboluyoruz. Başkahramanımızın neden evini terk ettiğini, nereye gittiğini, neden hiçbir şey söylemediğini, böylece çekip gitmesine neyin sebep olduğunu kendimizce çözmeye çalışıyoruz fakat Amalric’in de söylediği gibi bu anlamak zorunda olduğumuz bir hikâye değil aslında.
Claudine Galea’nın on yedi yıl önce yazdığı ve bir türlü seyirciyle buluşamayan oyunu Je Reviens de Loin’den uyarlanarak hayat bulan Hold Me Tight nefes kesici anlatımıyla bizi ekrana bağlıyor. Mathieu Amalric, yakın bir arkadaşı aracılığıyla hikâyenin son varisi haline geldiğinde, Hold Me Tight sinemayla buluşmak için son bir şansa sahip oluyor ve yönetmenimizin dehasıyla ruhumuzda yer eden bir film haline geliyor.
Hold Me Tight’ın kesinlikle anlatmaya çalıştığı bir derdi, vermek zorunda olduğu bir mesajı ya da seyirciye geçirmek istediği düşünceleri yok. Amalric, filmin ilk gösterimlerinden birinde seyircileriyle konuşurken, “Her şeyi anlamlandırmaya çalışmayın, çok Alman olmayın.” diyerek filmini sunuyor. Film ilerledikçe biz de kendi sorularımıza cevaplar bulurken anlıyoruz ki biz sadece, aklını kaybetmemek için kendi gerçekliğini yaratmış hatta delirmemek için delirmiş bir kadının gözünden dünyayı izliyoruz. Hiçbir durumun ve insanın anlamı yok ve gergin bir boşlukta öylece asılı kalıyoruz.
Clarisse yüzündeki üzüntüden ve gururdan ödün vermeden ve gardını da indirmeden denize doğru arabasını sürerken bir yandan da kızının piyano derslerinden birinin kaydını dinliyor. Clarisse’in kızını motive eden konuşmalarını dinliyoruz fakat içten içe biliyoruz ki bir şeyler yolunda gitmiyor. Ardından başkahramanımız ailesiyle ilgili anılarını hatırlamaya başladığında François Gedigier’ın mükemmel kurgusu araya giriyor ve kafamızı daha çok karıştırırken hikâyenin içinde savrulmamıza neden oluyor.
Geçmiş, Clarisse hakkında bize ufak bilgiler sunarken sürekli neden evini terk ettiğini merak edip duruyoruz. Detaylara girmeden, onun hayatındaki umutların ve pişmanlıkların tadına bakıyoruz ama hiçbir zaman tam olarak ne olduğundan emin olamıyoruz. Sonrasında gerçeklik yavaş yavaş boşlukları dolduruyor ve Clarisse’le birlikte biz de baharın gelmesini umutsuzca beklerken acısına şahit oluyoruz.
Amalric, Clarisse’in yaşadığı acıyı ve başa çıkamadığı yası hiçbir zaman nazikçe bize sunmuyor, bunu senaryo için seyirciden saklamıyor ve gizli tutmuyor. Aksine seyircisini görmezden gelip kahramanının yaşadığı cehenneme, bizi sıradan bir noktadan sokuyor ve onunla birlikte duygularını keşfetmemizi bekliyor. Clarisse kendisi olmadan çocuklarının büyüdüğünü hayal ederken de evinden ve yas tutmaktan kaçarken de duygularımızla onu yargılamamıza izin veriyor.
Amalric ve Gedigier, Clarisse’in ailesiyle olan hayatını yalnızlığıyla keskin bir şekilde ayırırken bunun için paralel kurguyu ve sıcak-soğuk renk paletlerini kullanmayı ihmal etmiyor. Amalric’e göre sıradan bir yas hikâyesinin sıkıcılığından ve tek düzeliğinden kurtulmanın temel taşlarından olan kurgu işini kusursuz bir şekilde yerine getiriyor.
Seyirci olarak soruların arasında kaybolurken tarifsiz bir acıyla karşılaşıyoruz ve bununla başa çıkmaya çalıştığımız anda film bize veda ediyor. Vicky Krieps’in olağanüstü performansı filmi taşırken seyirci olarak ona duyduğumuz tüm duyguları başarıyla sırtlaması ise bizi mest ediyor.
Bir ekip işi olarak adlandırabileceğimiz fakat bu sefer mesajlar ve olaylar yerine saf duygular üzerine kurulmuş bir dünyadan kopan Hold Me Tight, sindirmesi de anlamlandırması da zor bir film. Amalric’in, Claudine Galea’ya ve hikâyenin kendisine duyduğu saygı işine de yansıyor ve biz üzerine uğraşılmış, kafa yorulmuş bir iş izlediğimizin farkına varabiliyoruz. Amalric’in akıllı ikilemlerle kurguladığı filmi aklımızda yer edinirken merak etmekten kendimizi alamıyoruz çünkü seyirci olarak hâlâ neyin gerçek neyin hayal olduğunu bilmiyoruz.