Azazel Jacobs’un yönettiği His Three Daughters, eylül ayında Netflix’te izleyiciyle buluştu. 2023 yapımı bu film, hem yerli sinemada hem de dünya sinemasında sıklıkla karşımıza çıkan bir tema olan kardeşlik hikayesine odaklanıyor. İlişkiler üzerine yoğunlaşan ve bu tema üzerinde ayrıntılı bir mercek sunan Jacobs, filmin yönetmenliğinin yanı sıra yapımcılığını ve senaristliğini de üstleniyor. Film, tek bir mekanda – bir apartman dairesinde – geçerken Carrie Coon, Natasha Lyonne ve Elizabeth Olsen, üç kız kardeşi canlandırıyor. Kardeşlik bağlarını usulca açığa çıkaran film, aynı zamanda zarif bir yas öyküsü sunuyor. Ancak benzer hikayelerden farklı olarak, bu yas süreci henüz bir kayıp yaşanmadan başlıyor. Jacobs, herkesin geleceğinden emin olduğu yas sürecinin hemen öncesine davet ediyor izleyicisini, uzun zaman sonra yeniden bir araya gelen üç kız kardeşin onları bir arada tutan tek ortak noktalarına babalarına vedasını izlemeye davet ediyor. Farklı yaşam tarzlarına ve karakterlere sahip kardeşlerin birbirlerine tutunma çabalarını, ölümü beklemenin ve kabullenmenin zorluğu altında yüzlerini birbirlerine dönmelerine şahit oluyoruz.
Kırılgan Bağlar Üzerine Bir Ağıt

His Three Daughters, kardeş olmanın ne anlama geldiğini ve kardeşlik bağlarının ailedeki ana unsurun kaybıyla nasıl değişip dönüşebileceğini sorguluyor. Kardeşliği kan bağı mı belirler? Yoksa kardeşlik, kan bağı dışında da büyüyebilecek bir sevgi bağı mıdır? Film, tüm bu soruları üç kız kardeş üzerinden detaylı bir dille incelerken seyirciyi de bu sorularla yüzleşmeye davet ediyor. Film boyunca üç farklı karakterdeki kadının, yas sürecine karşı gösterdikleri farklı tepkilere tanıklık ediyoruz.

En büyük kardeş Katie’yi (Carrie Coon) filmin açılışında, karşısındaki Rachel’e peş peşe sorular sorarken görüyoruz. Daha ilk sahnede, iki kardeş arasındaki gerilim ve anlaşmazlık kendini belli ediyor. Katie, babasına veda mektubu yazmaya, hastane işlerini halletmeye ve kardeşlerine yemek yapmaya çalışırken aynı zamanda ergenlik çağındaki kızıyla ilgilenmeye de çabalıyor. Onu film boyunca hep bir şeyleri yoluna koymaya çalışırken izliyoruz. Evin büyük kızı olmak, sorumluluklarınız dışında evde diğerlerinin de yerine getirmediği sorumlulukları da düşünerek büyümek demek . Diğerinin de sorumluluğunu üstlenmek. Evin büyük kızı olarak büyümenin getirisi tüm hayatınıza ve herkesle olan ilişkinize yansır bu durumdan kurtulup kolay kolay başka birine dönüşemezsiniz ki Katie bu durumu “Kimse başkası olmama fırsat vermiyor” diyerek çok net bir ifadeyle özetliyor. Carrie Coon, bu karakterin tüm yüklerini başarıyla sergilerken filmde evin büyük kızı olmanın kişiye yüklediği sorumluluklar çok gerçekçi bir şekilde anlatılmış.
Ortanca kardeş Rachel (Natasha Lyonne), başta daha sorumsuz bir profil çiziyor. Buzdolabında sadece elma olması, Rachel’ın ablası Katie tarafından eleştiriliyor. Diğer iki kardeş dönüşümlü olarak babalarının yanında nöbet tutarken Rachel o odanın kapısını dahi açamaz. En baştan beri tüm süreçte babasının yanında olmasıyla birlikte şimdi ona veda vaktinin gelmesini kabullenemez. İçeriye girmekten korktuğu kapının önünde oyalanır. Natasha Lyonne, Rachel karakterinin kırılgan ve umursamaz yapısını kendine has tarzıyla başarıyla yansıtıyor. Hayatın herhangi bir alanında bir vedanın gerçekçiliğiyle yüzleşmek istemeyen herkesin ve içindeki boşluğa bakmazsa onun orada olmayacağını düşünen yas sahiplerinin kolaylıkla bağ kurabileceği bir karakter olmuş.

Kardeşlerin her birinin kendi gerçekliği gibi yas sürecini de farklı şekillerde yaşıyorlar. Katie kontrolcü yanıyla ölümden önce ve sonra yapılması gerekenleri yapmakla meşgulken, Rachel geleceğinden emin olunan ölümü beklerken bile bu durumu kabullenemez ve en küçük kardeş Christina (Elizabeth Olsen) ise kendini koruma yöntemi olarak iyimserliği seçiyor. Babasına şarkılar söylüyor, yoga ve meditasyona sığınıyor. Ancak, diğer iki kardeşiyle aralarındaki gerginlik, iyimser tavrını zorlamaya başlıyor ve onunda patlama noktasına şahit oluyoruz. Diğer oyuncular gibi Elizabeth Olsen kafayı yemek üzere olan ama bir yandan da sakinliği ve iyimserliği elinden bırakmayan bu karaktere çok yakışmış.
Ölümü Beklerken ve Diğerleri

“Ölümü anlatmak istiyorsanız göstermeniz gereken tek şey yokluktur.
Geriye kalan her şey sadece hayal ürünüdür.”
Film, ölümü beklemenin ve kardeşler arasındaki çatışmaların ağırlığının aksine oldukça sakin bir atmosfer sunuyor. Jacobs, ölümün soğukluğuna karşılık, sonbaharın yumuşak renkleriyle sıcak bir dünya yaratıyor. Sınırlı alanda geçen filmde, evdeki eşyalar- bir koltuk, bir elma poşeti, bir kupa- ölümü beklemenin ve anıların sembollerine dönüşüyor. Eşyalar bir varoluşun ve kaybın simgesi haline geliyor.
Son bir vedanın gerçekçiliğiyle yüzleşen üç kadın duygularını çoğunlukla kelimelerle değil de bakışlar ve hareketlerle ifade ediyor. Öyle ki izleyiciyi evin bir üyesi yapıp sarıp sarmalarken bir yandan da ışığı süzülen bir odadan duyulan bip sesiyle ölümün varlığını hatırlatıyor. Film ölümü dahi gündelik yaşamın içine yerleştirip sunuyor izleyicisine. Ölümün soğuk ve korkutucu tonlarına değinmek yerine sevdiğin birine veda edebilmenin yasını tutabilmenin, geride kalan aile üyelerinin ortak bir duygu etrafında toplanabilmesine odaklanıyor. Duyguları üç farklı kadının eksenine yerleştirip izleyicisine bağ kurabileceği alanlar açıyor.
His Three Daughters naif ama gerçekçi bir portreyle aile dramını büyük bir incelikle ele alıyor. İzleyiciyi ağlama noktasına getirip bir ninni ile dolan gözlere kocaman bir gülümsemenin eşlik etmesini sağlıyor.
Netflix’in göze parmak sokmadan incelikli bir aile draması sunduğu bu film başarılı oyunculuklarla birleşerek üzerine düşünülmesi gereken bir iş haline geliyor. Herkesin sevebileceğini düşündüğüm bu yapımı ailenizle ya da tek başınıza mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Filmden sonra evdeki eşyalara farklı gözle bakıp masada duran bir fincanın bile ne anlama geldiğini düşüneceksiniz.


