Kaçımız kafamızdaki putları İbrahim gibi devirip inandıklarımızın arkasından gidebiliyoruz? Ve yine kaçımız o yolculukta karşımıza dikilen “Ben” canavarı ile savaşabilme cesaretini gösterebiliyoruz? Herman Hesse’in kaleme aldığı Siddharta’sında da yine hepimizin kendi hayatlarından tanık olduğu “Ben” ile olan yolculuğuna tanık oluyoruz.
Herman Hesse, 1877 Almanya doğumlu bir yazardır. Çoğu yazarın aksine edebiyat dünyasına yirmi beş yaşında kaleme aldığı şiiri ile girmiştir. Doğu mistisizmine bir güzelleme olarak yazdığı Siddharta dünya çapında, kuşaktan kuşağa aktarılan yol gösterici niteliği ile insanın özüne yaptığı yolculuğu anlatır.
Siddharta, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda basılan bir kitaptır. Yine de kökleri onun daha öncesine, Hesse’in çocukluğuna uzanır. Bu yönüyle de otobiyografik bir kitap desek yanlış olmaz.
Siddharta, Hintli zengin bir Brahman’ın oğludur. Onun çocukluğundan beri içerisinde bulunduğu arayışı, kitabın zeminini oluşturan bir yapı sağlar. Ne yaparsa yapsın o içinden söküp atamadığı tabiri caizse yurtsuzluk duygusu kaçışını hazırlar. Elbette bu duygu bir yere, bir topluluğa belki de bir inanca tam anlamıyla aitlik hissedemediğinden gelişmiştir. O gün geldiğinde sahip olduğu her şeyi ardında bırakarak yakın arkadaşı Govinda ile Samanalara katılmak için evden ayrılır.
Samanaların yaşam felsefesi çileciliktir. Siddharta orada; oruç tutarak, arzularından sıyrılarak ve tüm duyularını öldürerek gerçek özüne kavuşmaya çalışır.
Hesse, Siddharta’yı adım adım yürütürken bizi onun hikayesine daha yakından bakmamız için teşvik de eder. Her birimizin kendi hayat yolculuğunda karşılaştığı zorluklarda ve mücadele etmesi gerektiği konularda nasıl savaşmamız gerektiğini adeta farklı bir gözden gösterir. Öyle ki asıl özümüze ulaşmaya çabalarken ne kadar çok düşüyor ve kalkıyoruz değil mi?
Siddharta bize, önümüze gelen seçeneklerde yalnızca birini seçip hayatımıza o seçimle değil, ilerleyen zamanlarda seçenekler arasında gidip gelebileceğimizi gösteriyor. Kaldı ki o da bir noktada Samana olarak devam edemeyeceğini, onu Tanrı’ya yaklaştırmadığını fark ettiğinde Buddha ile tanışır. Siddharta Buddha ile tanışmasında, öz denilen olgunun biri tarafından ona öğretilemeyeceğini, her insanın yolunu kendisi bulması gerektiğini fark eder. Bu farkındalıkla “kurtuluş” denilen o amaca bir adım daha yaklaşırken, arkadaşı Govinda’ya veda ettiğini görür. Ve geçmişiyle olan son bağı da böylelikle kopmuş olur.
Aslında tarihte yazılmış ve daha birçok yazılacak olan din ve felsefe konularına yakında baktığımızda; evreni, insanı, Tanrı’yı, doğayı ve kurtuluşu işlediğini ve işleyeceğini görürüz. İnsanın kutsala olan yolculuğu bu yüzden bizim için uzak bir kavram değildir. Hesse de Siddharta’sında bunları işlemiştir.
Tüm bildiklerimizin yanlış olduğunu fark ettiğimizde ne yapardık? Elbette ki ne için yaşadığımızı sorgulardık Siddharta gibi… Bir ara kendine şu soruyu yöneltir:
“Peki ama, nedir senin öğretilerinden ve öğretmenlerden öğrenmek istediğin ve sana öğretmenlik edenlerin bir türlü sana öğretemediği?” (Hesse 47)
Ve devam eder,
“Hikmetini ve içyüzünü öğrenmek istediğim şey, Ben’di. Kurtulmak, alt etmek istediğim şey, Ben’di. Ama alt edemedim, sadece yanılttım, sadece kaçtım ondan, sadece saklanıp gizlendim…” (Hesse 47)
Siddharta bu anlayışla devam ettiğinde hedefi için kendi yoluna çevirir rotasını. Artık yapayalnızdır. Bu yalnızlığının farkına varması ona evrendeki rolünün farkındalığını yükler. Böylelikle bu insan nefsini ve sınırlarını bilir. Hepimiz, hayatta her şeyin bir anlamı olup olmadığını çoğu zaman düşünürüz. Evrenin oluşmasında ve sonrasında her bireyin bir rolü var mıdır? Bu elbette tartışılabilir. Lakin her birey kendi rolünü üstlendiğinde ve yaşamın kendisi için anlamını bulduğunda bu kâinata aşina olur.
Her zaman düz bir çizgide ilerleyemiyoruz. Yaşamın kendisi lineer değil, Siddharta da bunu, sevgi oyunu için kendini Kamala’nın kollarına bıraktığında anlamıştı. Üstelik sadece bununla kalmamıştı, o çok eleştirdiği insanlar gibi paranın peşinden gitmiş, hırs ve kibri her sabah üstüne giymişti. Ki çok uzun yıllar sonra bunu fark ettiğinde içi korkuyla dolması kaçınılmaz olmuştur. Sonrasında ise kendini, her şeyi yeniden kaybettiği aşamada bulmuştur.
Hesse, bireyin ancak kendini tanıdıktan sonra Tanrı’ya bağlanabileceğini işler. Siddharta karakteri de aynı şekilde, nefsini ve özünü bildikten sonra Tanrı’ya ulaşabileceğini görür. Hayatımız boyunca dışarıdan gelen seslerle yürürüz bu yolculuğumuzda, bir aydınlanma ararız. İşte tam o anda Siddharta’nın boğulmak istediği o suya karşı duyduğu derin sevgi gibi içimiz yeşillenir, kalbimize tüm o kozmosu sığdırırız.
Belki de hepimizin anlaması gereken şeylerden biri Siddharta’nın ırmağı gibi bizim de kendi ırmağımızın başına gidip onu dinlememiz. Öyle ki nice kez yürüdüğümüz yollardan dönebiliyoruz. Bilgeliğe ulaşmak isterken asıl noktayı gözümüzden kaçırıyoruz. Siddharta’nın babasına karşı koyuşu ve sonrasında kendi oğlunun da onun karşısında durması, bir şeyleri anlamasını sağladı. Ve bu anlayışın oluşması için de deneyimlere ihtiyacı vardı. Hepimiz gibi…
Kaynakça:
Hesse, Hermann. Siddharta. İstanbul: Can Yayınları, 2002.




