Her Yolda Biraz Daha Kendine Varanlar: Backpacker Olmak

Editör:
Beyza Yaman
spot_img

Dönemin Fransız Kralı, Mısır’a bir dostluk nişanesi olarak bugün hâlâ Selahaddin Kalesi’nde yükselen saat kulesini hediye eder. Mısır Valisi (Kavalalı Mehmet Ali Paşa), bu jesti karşılıksız bırakmayarak Fransızların o güne dek hiç görmediği bir canlı olan zürafayı, Paris’e gönderir. Zürafa Paris’e ulaştığında, halk onu büyük bir şaşkınlıkla karşılar. Uzun boynu, benekli derisi ve sakin tavırlarıyla bu ilginç canlı, Fransızların hayal gücünü harekete geçirir ve halk, zürafanın bir deve ile parsın çiftleşmesinden doğduğuna inanır. Bu hayal gücü, Fransızların zürafaya giraffe yani giraffa camelopardalis — deve (camelus) ve pars (pardalis) ismini koymalarına sebep olur. Zürafa, egzotik bir armağan olmanın ötesinde iki farklı dünyanın hayretle birbirine baktığı ilk andır. İşte şimdi, tam da o an’ın — saat kulesinin önünde duruyor; tuk tuk’ların korna sesleriyle kaleye doğru yürüyorum.

Kahire’de Sabah: Selahaddin Kalesinin Eteklerinde Bir Maymun

Kahire’nin kalbi Khan El-Halili çarşısında bulunan bir aktar tezgahında sıralanmış mistik bitkiler | fotoğraf yazara aittir.

Sabah henüz yüklenmemişti güne ama Kahire çoktan uyanmıştı. Selahaddin kalesinin eteklerinde yalnızca salı günleri kurulan eski pazara vardığımda, hava sıcak ve ağırdı; portakal çiçeğiyle deve gübresi aynı anda insanın burnunun direğini sızlatıyordu. Pazarda her şey vardı; kafeslerde sinirli maymunlar, teneke kutularda yeşil yılanlar, papaya’dan guava’ya tropik meyveler, bir yanda sünni duaları mırıldanan bir ihtiyar, az ilerde berber çırakları Arapça, Nubice ve Fransızca karıştırarak bağırıyor. Güneyden gelen fellahlar (çiftçi), beyaz galabeyasının (geleneksel uzun bol kıyafet) üzerine kırmızı-beyaz keffiyehini sarmış derin bakışlı adamlar, gümüş küpeli zeytin gözlü berberî kadınlar aynı tozlu labirentin içerisinde. Aralarındaki dil farkı, pazarın uğultusunda çözülüyor ve herkes aynı cümleyi kendi sesiyle söylüyor: hayat devam ediyor. Kalenin gölgesindeki pazardan sıyrılıp çarşıya doğru yürüdükçe, sokaklar bir film karesi gibi değişiyor; tuk tuk’ların arasından fırlayan çocuklar, ellerinize dövme yapmak isteyen kadınlara dönüşüyor. Herkes bir şeyin peşinde: kimisi müşterinin kimisi Tanrı’nın, kimisi de yalnızca dinlenebileceği bir gölgenin.

Gize çölünün sıcağında ağır ağır yürüyen beyaz galabeyasının üzerine kırmızı-beyaz keffiyehini sarmış bir Mısırlı | fotoğraf yazara aittir.

Peşinde oldukları müşterilerden biri de benim. Yan yanayken gece ile gündüz gibi durduğumuz mısırlı kadın beş dolar fiyat biçiyor dövme işçiliğine. Pazarlığın bir gelenek olduğu bu topraklarda bir dolara anlaşıyoruz. İlk kez ikinci ismimi, Nur’u kullandığım Afrika kıtasında; ismimin anlamının yüzüme ne kadar çok yansıdığı iltifatları ve “Maşallah!” nidaları eşliğinde sol elime içinden gelen dövmeyi nakşediyor, ben ise incecik ellerinin zarif ustalığını izlerken bol naneli Mısır çayımı yudumluyorum. Çayım bittiğinde dövmede tamamlanıyor. İsminin Zahra olduğunu öğrendiğim, sessiz ve hüzünlü bir tebessümü olan kadınla vedalaşmadan önce karşılaştığım birçok insanın benden istediği gibi fotoğraf çekiliyoruz. Çarşının çıkışına doğru ilerlerken, dün belgesel çekerken selamlaştığım Coşkun Aral, ağır aksak bastonuyla önümden geçip gidiyor. Ardından  Mısır tarzı etnik elbiselerle dolu bir dükkâna giriyorum. Yumuşacık hakiki pamuk elbiselerden birkaç tane seçtiğim sırada bir ses, kulağıma ulaşıyor “ahlan wa sahlan ya gamila el-munira!” (hoş geldin, ışıltılı ve güzel hanım!).

Binlerce yıl öncesinin tanrı figürleri ve mistik sembolleriyle çevrili küçük bir pazar yeri | fotoğraf yazara aittir.

Camın diğer tarafındaki sesin sahibine dönüyorum. Yüzünde sıcak bir gülümseme var. Elinde tuttuğu yemyeşil papirüs bitkisinin tepesinde taç şeklinde açmış olan sarı çiçeği hafifçe başıma serpiştirerek beni kutsadığını söylüyor ve ekliyor, “Ra’nın bereketi üzerine olsun”. Bir anlığına, binlerce yıllık bir ritüelin içine çekilmiş gibi hissediyorum. O sırada kulağıma tanıdık Türkçe kelimeler çalınıyor ve merakla papirüs dükkanına adım atıyorum. İçerisi hareketli, turistlerle dolup taşmış. Kahire Üniversitesi’nde Türk Tarihi okumuş iki genç, akıcı sıcacık Türkçeleriyle beni karşılıyor. Hemen yan tarafta, eller ustalıkla papirüs bitkisinin kalın saplarını soyup incecik şeritlere ayırıyor. Bu şeritler önce suya bırakılarak yumuşatılıyor, ardından dikkatlice yatay ve dikey olarak çapraz şekilde dizilip, doğal bitki özlerinden hazırlanan bir yapıştırıcıyla birleştiriliyor. Üstüne ağır taşlar konarak presleniyor, tamamen kuruyunca da yüzeyi itinayla zımparalanarak pürüzsüz hale getiriliyor. İçlerinden biri hafifçe gülümseyerek kulağıma eğiliyor, “orijinal bir papirüs mü diye merak ederseniz, ışığa tutun; liflerin yatay ve dikey çizgileri hemen kendini belli eder” diyor.

Rehberin anlatımı sona ererken gözlerim atölyenin diğer tarafına kayıyor; masada taze hazırlanmış papirüs yaprakları, doğal boyalar ve zarif fırçalar özenle sıralanmış. Bir köşede ise özel siparişler için hazırlanan çizimler duruyor. Duvarlarda asılı resimler, ışıkta sade bir hikâye anlatırken, karanlıkta parlayan gizli figürleri ve şifreleri ortaya çıkarıyor. Sessizce masanın çevresinde dolaşıyor ve hayretli kalabalığın arasından üzerine ismimi hiyerogliflerle (antik döneme ait yazı sistemi) yazdırdığım, kuş figürüyle süslenmiş zarif bir tasarımı seçiyorum. Turistler için belirlenen on beş dolardan, bir de boş papirüs yaprağı alıyorum. O an hissediyorum ki, bu yaprak bana Mısır’ın sıcaklığını, kadim tarihini ve güneş tanrısı Ra’nın ışığıyla kutsandığım o nisan ayını hatırlatacak.

Gize’de Öğlen: Mısırlı Kadının İntikamı

Tam kare tabanları ile Kuzey Yıldızı’na göre hizalanarak Pisagor üçgeninin (3:4:5) oranlarıyla tasarlanan ve evreni anlamlandırma çabasının geo-mimari anlayışını yansıtan Gize piramitleri | fotoğraf yazara aittir.

Güneş tepeye varmadan bir tuk tuk’a atlayıp Gize’ye doğru yola koyuluyorum. Yanları açık, iki kişilik, üç tekerlekli bu küçük araç, trafik ışığı kullanmayan bir ülkede binebileceğiniz en hızlı seçeneklerden biri. Şaşırtıcı ama gerçek, yirmi beş milyon insanın yaşadığı Kahire’de trafik ışığı yok. Şehir ışıklara teslim olursa kilitleneceğini düşünüyorlar. İster kendi aracınıza ister benim gibi bir tuk tuk’a binin, gideceğiniz yere kadar durmak yok. Eğer yolu kaçırırsanız, bir kavşak bulana kadar geri dönemezsiniz. Tuk tuk şoförümle yaklaşık yirmi kilometrelik mesafe için beş dolara el sıkışıyoruz. Motoru çalıştırırken Nil yeşili gözleriyle, “komik bir hikâye anlatayım mı?” diye soruyor. Merakla başımı sallıyorum. Caddelerin uğultusuna karışan sesiyle anlatmaya başlıyor.

Kocası ve kayınvalidesi tarafından eziyet gören Mısırlı bir kadın, bir gün kocasına içine ilaç koyduğu güzel bir yemek hazırlıyor. Kocası bayılır bayılmaz onu parçalara ayırıyor, kıyma makinesinden geçiriyor ve elde ettiği kıymadan hamburger yaparak kayınvalidesine yediriyor. Sonrasında yakalanıyor ve idama mahkûm ediliyor. Cinayet, cinsel istismar ve uyuşturucu gibi suçların idamla cezalandırıldığı bu topraklarda, “komik” sayılan hikâyenin etkisinden çıkamamışken, ufukta piramitler beliriyor. Trafik, kalabalık ve şoförün kara mizahı geride kalıyor; Mısır’ın kartpostallara sığmayan manzarası yükseliyor. Şoför beni müzenin girişinde indiriyor; ardımda tuk tuk sesleri, önümde ise tarihin gizemi duruyor.

Kuyruğundaki eskitilmiş hiyerogliflerde ima edilene göre firavun Kefren’in yüzünü temsil eden Sfenks heykeli | fotoğraf yazara aittir.

Güneş tam tepeye vardığında ve Gize Çölü’nün tozunu iyice kavurduğunda, platonun kalbinde yükselen Sfenks’in gölgesinde duruyorum. Yetmiş üç metre uzunluğundaki insan başlı, aslan gövdeli bu gizemli varlık, binlerce yıldır buraya göz kulak oluyor. Yanımda yürüyen rehber, alçak sesle “Sfenks, kraliyetin gücü ve ilahi korumanın sembolü olarak piramitlerin muhafızı” diyor. O an dönüp arkama bakıyorum ve Gize’nin efsanevi üçlüsü tam karşımda beliriyor. Dört buçuk bin yıl boyunca istilacıların yağmalamalarına, İskenderiye Feneri’ni yok eden depremlere ve Fatimiler’in yıkıcı saldırılarına rağmen ayakta olan Keops Piramidi, yüz kırk altı metrelik görkemiyle antik dünyanın yedi harikasından günümüze ışınlanmış sanki. MÖ 4. Hanedan döneminde inşa edilen bu devasa yapının hemen yanında, babasından daha kısa olsa da zamana meydan okuyan parıltısıyla dikkat çeken oğlu Kefren’in piramidi yükseliyor. Hâlâ ayakta duran pürüzsüz kireçtaşı kaplaması, sanki yüzyıllara kafa tutarcasına güneşte parıldıyor. Tam önünde ise, gölgesinde durduğum kadim bekçi Sfenks uzanıyor; babasını değilde oğlunu selamlayan bir sadakatle. Üçlünün en küçüğü ama belki de en zarif olanı ise Kefren’in oğlu Mikerinos’a ait.

Herodot’un Tarihler adlı eserinde geçen bir bilgiyi anımsıyorum. Rivayete göre, Mikerinos halk tarafından iyi ve adaletli bir kral olarak hatırlanır. Ancak genç yaştaki ölümü tanrıların ona ceza verdiği şeklinde yorumlanır. Herodot şöyle aktarır, “dedesi Keops ve babası Kefren’in adaletsizliğini telafi etmeye çalışırken kehanetler ona da kısa bir ömür biçer. Mikerinos ise karşı çıkar ve hayatının geri kalanını zevk ve eğlenceyle geçirmeye karar verir. Yine de kaderinden kaçamaz ve yirmi sekiz yaşında hayata veda eder”. Aklım yüzyılların içinden geçerken, adımlarım beni kalabalığın içine geri çekiyor. Ve sesinde eski çağlara duyulan saygı hissedilen rehber söze giriyor, “Mikerinos’un mumyası 1837’de İngiliz arkeolog Howard Vyse tarafından bulundu ve sandukasıyla birlikte Mısır’dan çalındı. Yolculuk uğursuzlukla başladı. İngiltere’ye doğru yola çıkan gemi, Girit açıklarında battı. Sanduka ve mumya Akdeniz’in derinliklerine gömüldü. Yıllar sonra sudan çıkarılan birkaç kırık parça ise British Museum’a kaçırıldı”. O an içimden geçiriyorum, bedeninizi ölümsüzleştirip piramitlere de saklasalar, insanın açgözlülüğünden kaçamıyorsunuz.

Hızıyla çölde rüzgâr gibi esen Rih, kayaları aşan kuvvetiyle bilinen Jabal ve uzun sessiz gecelerde yorulmadan yürüyen Layal; her biri adını kendi meziyetinden alan üç bedevi devesi | fotoğraf yazara aittir.

Keops’un girişine doğru kalabalıkla beraber ilerliyoruz. Yol boyunca çevremizi saran Mısırlı satıcıların ısrarlı sesleri arkamızda kaldığı anda karşımızda, piramidin kuzey yüzünde açılmış dev bir oyuk beliriyor. Rehber sessizliğini bozuyor, “969 yılında Fatımiler Kahire’ye hâkim olduğunda, Halife El-Hakim Bi-Emrillah eski dünyanın izlerini silmek istedi. Kötülüğün sembolü olduğunan inandığı Keops Piramidi’ne göz dikti ve dinamitlerle taş blokları parçaladı ancak piramidi yıkmak mümkün olmadı. Sadece kuzey cephesinde bu gedik açılabildi. Şimdi biz de o saldırının açtığı izden içeri giriyoruz.” Ardından karanlık, dar ve dik tünellerde ilerlemeye başlıyoruz. Rehberin sesi yankılanıyor, “bu yapının içine güneş yalnızca iki gün girer—firavunun doğum günü ve tahta çıktığı gün.”

Piramidin serin karanlığından tekrar dışarıya adım attığımızda çöl güneşi gözlerimizi kamaştırıyor. Hemen yanı başımızda, renkli fularları ve boncuklarıyla süslenmiş develer dizilmiş. Beş dolarlık kısa bir bedevi yolculuğu başlıyor. Develer iplerle birbirine bağlanmış, en öndekini çölde yılların tecrübesiyle bir bedevi yönlendiriyor. Çöl sıcağında ağır ağır ilerlerken bedevi deveyi durdurarak yerden bir taş alıyor, “ellerinizi havaya kaldırın,” diyor. iki dolar karşılığında fotoğrafımızı çekiyor; elimize bakınca gülümsüyoruz, devasa bir taşı havaya kaldırıyormuş gibi çıkmışız. Gruptan biri bedevinin neden yürüdüğünü merak edince rehber şöyle cevaplıyor, “Nil’in kıyısında yaşayan Mısırlılar binyıllardır eşekleri yoldaş edinmiş. Develer ise onlar için çölün armağanı, pazar günü hariç binmezler.”

Nil Nehri’nde Akşam Üstü: Queen Tye’ın Dalgalı Saçları

 

Az önce adının Noura olduğunu öğrendiğim kadından satın aldığım rengarenk ipek şalları çantama yerleştirip Gize’den ayrılıyorum. Gün kaybolmaya başlıyor, bense şehrin neredeyse göğe varan viyadüklerinde, ölüler şehrine doğru ilerliyorum. Adı ürkütücü ama gerçeği daha da garip. Burası mezar taşlarının arasında yaşayan bir mahalle. İnsanlar burada doğuyor, büyüyor, evleniyor ve kimi zaman kendi gelecek mezarlarının üstünde kahvelerini yudumluyor. Bir çocuk, İmam Şafii’nin türbesinin taş eşiğine oturmuş batata’sını (közde pişirilmiş tatlı patates) yiyor. Annesi uzaktan sesleniyor, “imam rahatsız olur, kalk oradan”. İmam öleli üç yüz yıl olmuş. Ama burada ölüm hâlâ bir otorite. Bazı aileler türbe satın alıyor, evleri kira. Çünkü bu şehirde mezar kalıcılığı, ev geçiciliği temsil ediyor. Yirmi dolarlık mutfak alışverişiyle on beş gün idare eden kadın, “evim yok ama türbem belli” diyor. Üstelik bu eylemin binlerce yıllık Antik Mısır geleneğine dayandığının farkında bile olmadan.

Afganistan’dan gelen lapis lazuli mavisi ve Anadolu’dan getirilen cinnabar kırmızısıyla boyanmış figürlerin “en belirgin” özelliklerini göstermek amacıyla vücutları önden, yüzleri ise yandan çizilmiş bir duvar resmi | fotoğraf yazara aittir.

Kahire sokakları beni tekrar şehir merkezine sürüklüyor ve soluğu Mısır Medeniyeti Ulusal Müzesi’nde alıyorum. Labirent gibi koridorlarda ilerlerken hissedilen enerji, mumyaların sergilendiği özel galeride anlam buluyor. Cam vitrinlerin ardında uyuyan bedenler, antik dünyanın ölüm felsefesini de mumyalamış gibi duruyor. Kalbi sökülerek öldürülen en genç firavun Tutankhamun’un büyükannesi, Queen Tye’ın vitrininde duruyorum. 1898’de Krallar Vadisi’nde bulunan kraliçenin, 2007 yılında yapılan DNA testleriyle kimliği doğrulanıyor. Çok iyi korunmuş olan kızıl kahverengi, dalgalı saçlarını hayranlıkla incelerken, kendini hazır hissettiğinde Mısır’a gelmeyi beklediğini söyleyen bir kimya profesörü sessizce yanımda beliriyor. Kafasını bana çevirip saçlarıma bakıyor, hafifçe gülümsüyor ve “kraliçelerle ortak yanınız varmış” diyor.

Kraliçelerin saçlarının dalgalı olduğundan, ellerinin özellikle göğüslerinde kenetlenerek mumyalandığından bahsediyor. Bakışlarım özenle sarılmış ama tırnakları açıkta bırakılmış ayak parmaklarına çevriliyor. Kına kırmızısına boyanmış tırnaklar, badem gözleri belirginleştiren siyah sürmeler. Aç kalmaması için açık bırakılmış bir ağız ve eksik olanları minik porselenlerle tamamlanmış dişler… Beyin burundan çekilmiş, karın boşluğundaki iç organlar çıkarılmış ancak kalp korunmuş. Çünkü Antik Mısırlılar, aklın ve bilincin kalpte bulunduğuna inanırlarmış. Bu yüzden kalp, üzerine koruyucu dualar kazınmış skarabe muskasıyla birlikte özel olarak muhafaza ediliyor.

Güneşi gökyüzünde yuvarlayarak hareket ettirdiğine inanıldığı için yaşamsal döngünün simgesi kabul edilen Skarabe böceğinin hiyeroglifi | fotoğraf yazara aittir.

Öğreniyorum ki kalp skarabesi ölüm sonrası yolculukta bir tür kefil gibi düşünülüyor. Mumyalama sırasında bedenin kalbi çıkarıldığında, yerine bu ağır, üzeri hiyeroglif dualarla kazınmış skarabe yerleştirilir ve Ölüler Kitabı’nın 30. bölümünden alınan bir dua, skarabenin üzerine işlenirmiş, “ey kalbim, bana karşı konuşma.” Çünkü Mısırlılar kalbin, ölümden sonra Osiris’in huzurunda tartılacağına ve insanın tüm yaptıklarını anlatacağına inanırmış. Zihnim, antik ritüellerden günümüz Kahire’sine doğru usulca döndüğünde galerinin çıkışına varıyorum ve müzenin hediyelik eşya dükkanına yöneliyorum. Gözüm hemen saks mavisi taşlarla bezenmiş zarif bir kalp skrabesine takılıyor. Profesörle vedalaşıyor ve skrabemle beraber Nil’in kıyısına, batmakta olan günü uğurlamak üzere müzeden ayrılıyorum.

Kıyıya ulaştığımda bir tekneye atlıyor ve akşam yemeğimi burada yemek istediğime karar veriyorum. Suyun ritmik ve sakin akışının üzerinde süzülen feluccaları (yelkenli) izlerken, geldiğimden beri her fırsatta içtiğim ananas suyumu yudumluyorum. Kaptan o sırada yediğim en lezzetli humus’u masaya bırakıyor ve her yıl yaz aylarında kabaran suların bereketlendirdiği tarlalardan elde edilen sebzelerle, Nil levreği servis ediyor. Sohbet esnasında kaptan diyor ki “nehrin doğudan batıya akışı yok bu yüzden ölüler batı kıyısına gömülür; çünkü batı, güneşin battığı ve ruhun öte dünyaya geçtiği yön olarak görülür.” O esnada yanımdan geçen bir kayıkçı, ellerinde küçük nilüfer buketleri taşıyor. Nil’in sunduğu çiçekler bile ölüm ritüellerinin bir parçası; nilüferler yeniden doğuşun simgesi olarak mezarlarda sıkça kullanılıyor. Burada zamanın akışı daha farklı işliyor gibi hissediyorum — gün geceye döndüğünde Nil’in durgun sularından ayrılıyor ve üç buçuk saatlik bir yola koyuluyorum.

İskenderiye’de Bir Gece Yarısı: Bir Dolar Elli Pound

Büyük İskender’den Kleopatra VII’ye, Arşimetten Hypatia’ya, İbn Rüşd’den İbn Sina’ya, ve Al-Kindi’den Al-Farabi’ye kadar sayısız büyük zihnin yaşadığı Akdeniz şehri | fotoğraf yazara aittir.

Gecenin karanlığında Akdeniz’e yaklaştıkça hava değişiyor; rüzgar keskinleşiyor. Bir zamanlar dünyanın bilim ve ilim kaynağı olan İskenderiye Kütüphanesinin önünden geçerken; ilk kadın filozoflardan Hypatia’yı anımsıyorum. Yüzyıllar önce burada yürüyen bir kadının bilgeliğiyle anılabildiği bir zaman… ama aynı zamanda kör nefretin ve cehaletin de en acımasız yüzünü gösterdiği bir şehir. Kafamı kaldırıp yıldızlara bakıyorum, belki de Hypatia’nın hesapladığı yıldızlar bunlardı diye düşünürken, ayaklarım beni limana sürüklüyor. Denizden yükselen iyot kokusunun eşliğinde eski bir ingiliz yapısının dönüştürülen otele giriyorum. Kolumu uzatıp asansörün düğmesine bastığımda, kapı aniden açılıyor; içeriden daha sonra adının asansör men olduğunu öğreneceğim bir adam çıkıyor.

Görevi sadece üst katlara çıkacak olan insanlara kapıyı açmak ve ardından bahşiş toplamak. Asansöre beraber biniyoruz ve sessizce bana eşlik ediyor. Çıkışta ona bahşişini uzatıyorum. Gözleri parıldayarak, “iki yüz elli pound” diyor. Gülüyorum, “bu pound değil dolar” diyorum. Vazgeçmiyor, “bir dolar, elli pound” diye ısrar ediyor. Kastettiğinin Mısır lirası olduğunu ancak İngiliz sömürüsünden kalma bir alışkanlık olarak para birimlerine pound dediklerini öğreniyorum. İngilizlerin burada bıraktığı işgalin izleri sanki zamanla yarışıyor. Paranın da tarih gibi yanlış hatırlanan ama inatla yaşatılan bir tarafı var. Bu şehirde geçmişin izleri sadece taşlarda değil insanların dilinde yaşıyor.

Tarihte bilinen ilk barış anlaşmasını Hititlerle imzalayarak altmış altı yıl boyunca tahtta kalan Ramses II’nin heykeli | fotoğraf yazara aittir.

Gece yarısı otelin bahçesinde oturmuş, Akdeniz’i seyrederken yanıma yaklaşan işletmeci kadın, dalından yeni kopardığı bir guavayı bana uzatarak, “kahvaltı için az önce topladım, tadına bak” diyor. Teşekkür edip meyveden bir ısırık alırken gözlerim yine dalıp gitmiş olmalı ki kadın tebessüm ederek ekliyor, “Hypatia’nın hikayesini duydun mu hiç?”. Cevabımı duymayı beklemeden, “büyükannemden dinlediğim bir hikaye bu” diyerek eliyle sokağı işaret ediyor. “Her sabah, buradan geçermiş. Evinden çıkar, atlı arabasına biner, Sarapeion Tapınağı’nın yanındaki akademiye gidermiş. Düşünceleri, sözleri herkesin ilgisini çekermiş. Halk onu severmiş ama bazıları… özellikle kilise mensupları, onun etkisinden korkarmış.” Bir an duraksayarak guavasından küçük bir ısırık alıyor ve devam ediyor, “başpiskopos Hypatia’yı büyü yapıyor diye suçlamış. Sarapeion’dan döndüğü bir akşam, tam bu sokakta fanatik hristiyanlar arabasının önünü kesmiş. Ellerinde deniz kabukları varmış; burada kireçtaşı kazınırken kabuklar kullanılır. Hypatia’nın derisini de böyle parçalamışlar. Ardından da cesedini kütüphaneye sürüklemişler.”

Derin bir iç çeken kadın, masada duran tabağa uzanırken başını hafifçe bana çevirip son kez konuşuyor, “bir söylenti vardı büyükannemin dilinde… derlermiş ki Hypatia’nın babası Theon, olaydan sonra evine döndüğünde masasında açık kalan bir kitap bulmuş, Hypatia’nın en son çalıştığı yıldız haritası. Kızının sesini son kez gökyüzünden duyabilmek için kalan ömrünü o haritaya bakarak geçirmiş.” Yaşlı Kadın elindeki tabakla uzaklaşırken ayak sesleri bahçenin taşlarında kayboluyor. Başımı gökyüzüne kaldırıyorum; yıldızlar o gece bana daha canlı geliyor.

Ramses III’ün oğlu Amonherkhepshef’in eşine duyduğu sadakatin mezar duvarına işlenmiş tasviri | fotoğraf yazara aittir.

Bir an gözlerimi kapatıyorum. Belki de tıpkı böyle bir gece yarısı, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, sırtında papirüs rulolarıyla yıldızları hesaplarken, güneş tam karşımda beliren ufuktan doğuyordu Hypatia içinde. Guavanın son lokmasını ağzıma atıp kalkarken, bir felsefeci olarak, içimden geçen düşünce şu oluyor; bir sırt çantasıyla başlayan her yolculukta olduğu gibi Kahire’nin sabahında, Gize’nin öğleninde, Nil’in akşamında ve İskenderiye‘nin gecesinde de aynı şeyi fısıldıyor zaman: yol, seni sana çıkarır. 


Kaynakça

Herodotos. Tarih. Çev. Müntekin Ökmen, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019.

spot_img

1 Yorum

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Müzik Festivallerinin Peşinde Avrupa Turu

Avrupa'nın önde gelen müzik festivalleri ile yaz boyunca geziyoruz.

S.D.B.D.A. Veyahut Yan Yana Film İncelemesi: Birlikteliğin Birleştirici Gücü

Feyyaz Yiğit ve Haluk Bilginer’in başrolde olduğu Yan Yana, farklı dünyalardan gelen iki adamın mizah ve içtenlikle kurduğu dönüştürücü bağı etkileyici biçimde anlatıyor.

Boyarken Düşünmek: Sanatla Zihinsel Arınma

Modern çağın zihinsel gürültüsünü durdurmanın yollarından biri boyamaktır. Sanatla akışa girmek, kaygıyı azaltıp, derinlemesine odaklanma ile aracılığıyla zihinsel arınmayı mümkün kılar.

Dire Straits – Brothers In Arms: Bir Savaş Eleştirisi

Klavye ve gitarın ikonik ismi Dire Straits'in Brothers In Arms ile sunduğu savaş karşıtı bakış açısını inceledik!

Haunted Hotel Dizi Analizi: Ölüm ve Yaşam Arasında Alaycı Bir İşletme

Korku ile komedi türlerini harmanlayan Matt Roller, izleyicilere yepyeni bir fantastik evren sunuyor.

Frankenstein Filmine Referans Olan Tablolar

Frankenstein filmi yalnızca konusuyla değil, sanatsal yanıyla da bizlere çok şey anlatıyor.

TikTok’un Kütüphanesi: BookTok’ta Popüler Olan 10 Kitap

BookTok, kullanıcıların kısa videolarla paylaştığı bir dijital kitap topluluğu haline gelmiş ve bir kitabın popülerliğini hızla arttıran bir platform olmuştur.

Kayayı Delen İncir Aslında Ne Anlatıyor?

Kayayı Delen İncir, Turgut Uyar’ın 1982 yılında, ilk kez Karacan Yayınları tarafından yayımlanan ve aynı yıl Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanan şiir kitabıdır.

Julianus: Son Pagan Bizans İmparatoru

Roma'nın dinden dönen imparatoru Julianus’un Paganizmi canlandırma çabaları, askeri zaferleri ve tartışmalı politikalarıyla bıraktığı mirasın izini süren bir portre.

Yusuf Atılgan’ın Evreninde 5 Farklı Tema

Yusuf Atılgan’ın metinlerinde yalnızlık, yabancılaşma, aidiyetsizlik, bastırılmış arzular ve bitmeyen bir arayış birbirine karışır.