Edebiyat yalnızca karakterler ve olaylar yaratmakla kalmaz bazen de haritalarda bulamayacağımız ama hafızamıza kazınacak şehirler, uygarlıklar, ülkeler inşa eder. Amerikalı fantastik ve bilim kurgu yazarı Ursula K. Le Guin’in kaleminden doğan Omelas, aslında tam olarak böyle bir yerdir. 1973 yılında yayımlanan Omelas’ı Terk Edip Gidenler adlı kısa öyküsünde Le Guin, okuyuculara bir ütopya sunarken fayda ve ahlak arasında karanlık bir kapı aralar. Omelas’ı Terk Edip Gidenler, ilk bakışta bir festival coşkusuyla açılır. Renkli sokaklarda şarkılar çalınır, danslar ve özgürlük vardır; her şey bir ütopya kadar kusursuz görünür. Ancak öykü, bu mutluluğun aslında tek bir çocuğun kapkaranlık bir odada çektiği acılara bağlı olduğunu göstererek okuru ahlakî bir ikilemin tam ortasına bırakır. Kimileri bu düzeni kabullenir, kimileri ise sessizce Omelas’ı terk eder. Bir festival kadar parlak, bir mahzen kadar karanlık… İşte Omelas, tam da bu iki uç arasında kurulmuş bir şehir olarak çıkar karşımıza.
Ütopyanın Işıltılı Yüzü: Omelas’ın Şehir Tasviri

“Omelas’ı körfez boyunca yarı yarıya çevreleyen kuzey ve batı dağları uzanıyordu. Sabah havası öylesine berraktı ki, masmavi göğün altında, Onsekiz Tepelerini taçlandıran karlar güneş ışığının aydınlığıyla millerce uzunlukta beyaz-altın rengi parıltılar saçıyordu.”
Omelas, ilk bakışta kusursuz bir şehir olarak sunulur. Öykü, deniz kıyısına paralel uzanan taş kaldırımlı sokakları ve rengârenk bayraklarla süslenmiş meydanlarıyla, yaz festivali gününün tasvir edilmesiyle başlar. Sokaklarda yankılanan müzik sesleri, çocukların kahkahaları, son bulmayan refah ve bereket, adeta yeryüzünde bir cennetin olduğunu hissettirir.
Omelas‘ta şehirde savaş yoktur; baskıcı otoriteler veya kısıtlamalar bulunmaz. Şehirdeki herkes, yaşamın ritmine uyum sağlar ve mutluluğu paylaşır. Bu şehirde her şey kusursuz bir düzende işler. Le Guin, Omelas’ı yaratırken sadece kendi hayal gücüne yaslanmaz, okuru da bu sürece dahil eder. “İsterseniz atlar olsun, istemezseniz olmasın; siz nasıl düşünüyorsanız öyle hayal edin,” der. Bu ifade öykünün ortak bir hayal ürünü olduğunu hatırlatır ve okurun şehre kendi yorumunu katmasına olanak tanır. Böylece bu ütopyanın ışıltılı yüzü her okuyucuda farklı bir parlaklık kazanır. Omelas‘ın tasvirinde, Akdeniz kıyılarındaki liman kentlerini, taş döşeli eski sokakları ya da Orta Çağ’daki eğlence panayırlarını andıran bir atmosfer hissederiz. Ancak Le Guin’in üslubu, bu şehri tamamen somut bir yere değil, okurun zihninde inşa edilen bir ütopyaya dönüştürür. Bu sayede şehir hem gerçek bir coğrafi karşılık bulur hem de hayali düzlemde şekillenir.
Karanlık Mahzen: Mutluluğun Bedeli

Omelas’ın bitmek bilmeyen mutluluğu, büyüleyici atmosferi aslında gizli bir karanlığın üzerine kuruludur. Le Guin bu gizli karanlığı şöyle anlatır:
”Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda, belki de ferah evlerinin birinin mahzeninde bir oda var. Kapısı kilitli, penceresi yok. Mahzenin bir yerindeki, örümcek ağları bürümüş bir pencereden küçük tozlu bir ışık tahtaların arasındaki bir çatlaktan sızıyor. Yerler pislik içinde. Dokununca hafif bir ıslaklık geliyor ele. Oda üç adım boyunda, iki adım eninde… Odada bir çocuk oturuyor…”
Şehirdeki bütün insanların huzuru, nemli ve karanlık bir mahzene kapatılmış küçük bir çocuğun acısına bağlıdır. Bu mahzen, şehrin gözlerden uzak, taşlarla örülü, rutubet kokulu bodrum katının derinliklerinde, ışığın asla tam ulaşamadığı bir köşededir. Çocuk gün yüzü görmez; duvarlara yapışmış yosun ve küf kokusu arasında, aç, bakımsız, sevgiden ve insan sıcaklığından mahrum bir şekilde yaşar. Hatta öyle ki, bu çocuğa tek bir iyi söz söylenmesi bile kabul edilemez. Onun çektiği bu ıstırap, Omelas’ın toplumsal düzeninin temel şartı olarak görülür. Mahzenin taş duvarlarına sinen rutubet kokusu, dışarıda yankılanan festival sesleriyle birbirine zıt iki dünyanın varlığını gözler önüne serer. Le Guin, Omelas’ın karanlık yönünü, mutluluğun bedelini somut bir mekânda göstererek anlatır. Çocuğun mahzende çektiği acı, şehirdeki festival coşkusuyla keskin bir zıtlık oluşturur. Böylece mekân yalnızca arka plan değil, öykünün felsefi omurgası haline gelmiştir.
Okur bu mahzeni hayal ederken, kendi yaşadığı şehirlerin arka sokaklarında saklanan yoksulları, gözlerden uzak tutulan acıları da düşünür. Bu yüzden Omelas’ın karanlık mekânı, sadece kurgusal bir mahzen değil, gerçek dünyanın da rahatsız edici bir metaforu hâline gelir.
Omelas’tan Ayrılanlar: Sessiz İsyanın Mekânsal Yolculuğu

Bu şehirde yaşayan herkes, o çocuğun varlığından haberdardır. Çoğunluk bunu kabul eder ve refah dolu yaşamına devam eder. Ancak bazıları vardır ki bu durumu kabullenemez. Sessiz bir isyan olarak kimseye duyurmadan Omelas’tan ayrılır.
Ayrılanların yürüyüşü, yalnızca bir mekân değişikliği değildir. Şehrin taş kaldırımlı sokaklarından, festival meydanlarının ışıltısından uzaklaşmak, onları bilinmez bir yola sürükler. Onlar nereye gittiklerini bilmezler; belki daha adil bir ülkeye, belki de hiç varılmayacak bir yola. Orman yollarına, boş tarlalara veya ufukta kaybolan patikalara doğru yürürler. Le Guin’in betimlemesi net değildir ama okurun zihninde şehrin huzurlu düzeninin ardından belirsiz bir mekân canlanır.
Ayrılanların eylemi, Omelas‘ın ideal ve karanlık yönleri arasındaki çatışmayı somutlaştırır. Okurun zihninde bu sahne hem şehrin coşkulu meydanlarını hem de karanlık mahzenlerini hatırlatır. Bu yönüyle Omelas’tan ayrılmayı seçenler, öykünün hem mekânsal hem de ahlaki boyutuna katkı sağlar ve kurgusal şehrin okurun gözünde daha belirgin, çok katmanlı bir mekân olarak canlanmasına yardımcı olur.
Omelas Bugün Nerede? Mekânın Okur Zihnindeki Yansımaları

Omelas haritalarda yer almaz; pusulalarla bulunamaz. Okurun zihninde, vicdanında ve değerlerinde var olur. Her okur, Le Guin’in sunduğu fırsatla kendi hayal gücünü kullanarak Omelas’ı yaratır. Omelas’ı bir festival meydanındaki taş sokaklarda, parlayan güneşin altında hayal edebilirsiniz; ama aynı anda şehrin karanlık ve nemli mahzenlerini de hatırlamak gerekir. Omelas, öyküdeki olayları ve karakterlerin içsel çatışmalarını doğrudan etkiler. Coşkulu festival meydanları ve sahil boyunca uzanan taş sokaklar, tanıdık şehirleri veya tarihî meydanları çağrıştırarak okurun zihninde gerçek bir mekân izlenimi yaratırken; mahzen, toplumun ve düzenin görünmez, karanlık ve yozlaşmış yönlerini hatırlatır. Bu nedenle Omelas, sadece bir yer değil, iki dünya arasındaki keskin bir sınırdır.
İşte Omelas, haritada olmayan, mutluluğun bedelinin acımasız olduğu bir şehir ama aynı zamanda herkesin içinde, kendi vicdanında var olan bir şehir.
Kaynakça:
- “The Ones Who Walk Away From Omelas” by Ursula K LeGuin – from The Wind’s Twelve Quarters. Web. Erişim Tarihi: 21.08.2025
- “Episode 29 – the Ones Who Walk Away From Omelas by Ursula K. Le Guin”. YouTube. Web. Erişim Tarihi: 21.08.2025
- “Omelas’ı Bırakıp Gidenler.” Sessiz İz. Web. Erişim Tarihi: 22.08.2025
- Öne Çıkarılmış Görsel