İkliminden, mutfağına, dilinden renklerine kadar birbirinden apayrı olan bütün bir insanlığın kaçınılmaz ortaklıkları doğum ve ölüm; insanların zihinlerini her dönem meşgul etmiş ve etmeye de devam eden olgulardandır. Özellikle ölümün belirsizliği ve ölüme karşı geliştirdiğimiz içgüdüsel korkularımız bizi hayal gücümüzün sınırlarını zorlamaya teşvik etmiş, eski anlatılar ölümden sonrasını betimleyen farklı senaryolarla dolup taşmıştır. Mitte, dinde, halk hikayelerinde, müzikte ve şiirde ölümün ve sonrasının yaratıcı tasavvurları; insanları büyülemiş, korkutmuş ve birleştirdiği gibi uzaklaştırmış veya onlara daha onurlu bir yaşam için ilham vermiştir.
Zamanda Ölüm

Ölüm tüm bu netliğine karşın her kültürde ve zaman diliminde farklı algılanan ve farklı ölçüde yer kaplayan bir olgudur. Bir Budist veya bir mutasavvıf, ölümü 21. yüzyılın sıradan bir insanından daha farklı bir biçimde betimleyecektir. Örneğin bizim için son ve koca bir karanlıktan ibaret olan ölüm, Mevlana’ya yüce yaratıcıya kavuşacağı bir düğün gecesini anımsatır.
Gelişen tıp ve teknoloji, her ne kadar insanlara ölümsüzlüğün sırrını veremese de onların yaşam sürelerini oldukça uzatmış, Aydınlanma felsefesi metafiziğin yerine bilimi koymuştur. Böylece tüm muğlaklığıyla ölüm ve ölüm sonrası için insan zihinlerindeki yer daralmıştır. Şüphesiz bugünün 70 yaşındaki ileri yetişkinleri için ölüm, eski çağların yüksek oranda anne bebek ölümlü toplumlarına kıyasla oldukça uzaktır. Aynı şey yıllarca savaşan doğu toplumları ve savaşı eski halk hikayelerinden anımsayabilen batı toplumları için de geçerlidir.
Mekanda ölüm

Ölüm tüm somutluğu ve evrenselliği ile her topluma sirayet etmiş, hem içine girdiği kültürleri etkilemiş hem de o kültürlerden etkilenmiştir. Bu süreçte her toplumun ölüme karşı bakış açısı ve ona karşı geliştirdiği savunma mekanizmaları farklı olmuştur. Ölüme karşı gelişen bakış açılarındaki değişkenlik ölümden sonraki yaşamın kurgulanmasını da çeşitlendirmiştir. Ölümden sonraki yaşamın tümüyle bilinmezliğine karşın hemen her coğrafyadan insanların ölümden sonraki yaşam için söyleyecek sözlerinin olması ilgi çekicidir.
Ruhun ölümsüzlüğüne dair ilk sistematik tartışmalar Antik Yunan filozofları tarafından yapılmıştır. Sokrates‘in ölümü sorunsuzca karşılamasına benzer biçimde Platon‘da da ruhun ölüm sonrası bedenden bağımsızlaşarak varlığına devam ettiği düşüncesi hakimdir. Adı mistisizm ve ezoterizm ile anılacak olan Pythagoras ise ruh kavramına ciddi biçimde kafa yormuş, Doğu’nun reenkarnasyon anlayışından etkilenerek insanların başka formlarda tekrar tekrar dünyaya geldiğine ve ruhun bu dünyadaki amacının kendi özünü arayış olduğuna dair inancı Batı felsefesi içine sokmuştur. Bu ve bunun gibi daha pek çok düşünürde görülen beden-ruh ikiliği ile ruhun bedene olan üstünlüğü, Aydınlanma’ya kadar Batı düşünce sistemi içerisinde yer tutacaktır. Bu ikilik ile beden kötü ve yozlaşmış iş ve oluşlarla ilişkilendirilirken tüm erdemler ruha atfedilecektir.
Materyalist bir görüşün savunucularından olan Demokritos ve Epiküros gibi düşünürler ölüme de materyalist bir pencereden bakarak onu doğal bir süreç olarak betimlemişlerdir. Epikuros’a göre ölümle duyuların ortadan kalkması, ölümü ve ölümden sonrası yaşamı düşünmeyi kaygı duyulması gereksiz bir biçime sokmaktadır.
Batı düşünce sisteminde oldukça etkili olmuş olan Aristo ise kurguladığı madde form ilişkisini özel alanda ruh ve beden ilişkisine de uygulamış ve ruhu ereksel, bedeni ise araçsal formda kabul etmiştir. Ruhun yüceliği ölümü de önemli kılmış,
Aristo’nun görüşlerinde ölüm bir son değil yaşamın tamamlayıcı ve asıl unsuru olarak yer bulmuştur. Aristo’nun ruh kavramı ve ontolojik bakış açısı, Batı felsefesinde modern döneme kadar kabul görmüş ve ölüm sonrası yaşama dair tartışmaların sınırlarının çizmiştir.

Doğu düşünce hayatında ise ölüm ve ölüm sonrası yaşamın mistisizmine hem geçmişte hem de günümüzde daha fazla yer verildiği söylenebilir. Diğer mitoloji ve dinlere de kaynaklık ettiği düşünülen Mezopotamya bölgesinin yanı sıra Antik Mısır’da da canlı ahiret tasavvurlarıyla karşılaşılabilmektedir. Antik Mısır’ın mitolojisi, mumyalama geleneği ve cenaze ritüelleri; bu toplumda ölümden sonra yaşama dair güçlü bir vurgunun olduğunu göstermektedir. Öyle ki günümüzde Antik Mısır mitolojisi ve tarihi daha çok ölüm ve lanetli mumyalarla anılmakta, popüler kültürde de bu imajla yer bulmaktadır.

Asya’nın güneyine indiğimizde ise bizi belki de ölüm sonrası tasavvurlarını en renklisi karşılar. Hint medeniyetinde ve dininde önemli bir yer tutan reenkarnasyon inancı temelde ruhun başka bedenlerde tekrardan hayat bulması olarak betimlenebilir. Geleneksel ölüm ve ölümden sonra doğaüstü bir evrende yeniden varoluş inancına karşın ölümün gerçek manada hiç yaşanmayacak oluşu, bölgenin dinini olduğu gibi toplumsal yapısını da etkilemiştir. Cennet ve cehennem kavramının olmaması ve karma inancı, bu dünyanın erdemli bir biçimde yaşanmasını gerektirmiş; halihazırda düşük sosyal konumlara sahip olan bireylerin bu konumlarının kendi hür iradeleriyle oluştuğunun düşünülmesi, toplum içerisinde dikey hareketliliğin engellenmesine sebep olmuştur. Bu inanç her ne kadar Hinduizm ve Budizm‘le ilişkilendirilse de pek çok ölü din ve bugün hala yaşayan inançlarda, ruh göçüne inancın izleri bulunabilir.
Ölüm Sonrası

İnsanların ölümden sonraki yaşamı hayal etmeleri tarih öncesi devirlere kadar dayanmaktadır. Paleolitik Çağ‘dan kalma mezar yapıları ve cenaze ritüelleri, bize ilk ipuçlarını vererek bu ilkel insan atalarımızın kısa dünya yaşamlarını ölümsüzlüğe kavuşturmak için simgesel dünyalarını onlardan beklemediğimiz biçimde geliştirdiklerini ortaya çıkarmıştır. Bulunan toplu mezarlarda Orta Paleolitik Çağ‘la birlikte ortaya çıkan aşı boyaları, mamut dişlerinden yapılmış çeşitli aksesuarlar ve yine ölünün yanına bırakılmış avcılık aletleri, ölülerin bilinçli bir şekilde gömüldüğü ve cesetlerin ölümden sonra karşılaşabilecekleri gereksinimlere karşı hazırlandığı şeklinde yorumlanmaktadır.

Ölüm sonrası yaşam tahayyüllerine dair daha net ve yazılı kaynaklara ise Mezoptamya’nın eski uygarlıklarında rastlarız. Bölgenin uygarlık düzeyine erişmiş en eski toplumlarından olan Sümerlerin mitolojisi ve panteonu; ölüm ve yeraltı tanrıçası Ereşkigal, Tanrıça İnanna‘nın yeraltına inişi, Gılgamış‘ın ölümsüzlük arayışı ve tufandan kurtulmayı başaran semavi dinlerin Nuh‘u, Babil‘in ise Utnapiştim‘i olan Ziusutra‘nın hikâyesi gibi birçok hikayeyle donatılmıştır. Tüm bu hikayelerde ölüm kaçınılması gereken bir şey iken ölümden sonrası yaşam, karanlık ve çetin bir ortam olarak tasvir edilir. Sümerce metinlerde öldükten sonra kişilerin yaşadıkları yerin ekmeğinin acı, suyunun ise tuzlu olduğu betimlenir. Ölülerin ruhları orada karanlık içinde kalmakta, hiçbir ürünün yetişmediği bu yerde arkalarından yapılan sunu ve adaklara mecbur kalmaktalardır. Sümerlerde yer alan cenaze törenleri, cenazeyi çeşitli eşyalarla donatma, kurban kesme ve ölü adına yapılan sunuların sebepleri bu ahiret tasvirleriyle açıklanabilir. Aynı ölüyü öteki alemde rahat ettirme gayreti, kendisini Antik Yunan‘da da gösterir ve Yunanlılar ölülerinin yanlarına onları yeraltına taşıyacak olan kayıkçı Kharon‘a vermeleri için madeni para bırakırlar.

Bölgenin bir diğer halkı olan Yahudilerin ise Sümerler veya Yunanlılar kadar geniş ahiret tasavvurlarına sahip oldukları söylenemez. Yahudilerin kutsal kitapları olan Tevrat‘ta ölüm sonrası yaşama sık biçimde yer verilmez, ancak ölülerin ruhlarının atalarının yanına gideceği çeşitli yerlerde tekrar edilir. Yine kutsal kitapta bu yere ‘Şeol’ adı verilir. Yine de geç dönem metinlerinde ahiret inancının güçlü izlerine rastlanılabilir. Daha sonralara tarihlenen Talmud‘da kötü ruhların gideceği yer ‘gehinnom’ (ateş çukuru) olarak tanımlanmakta ve bu yerin Kudüs’ün yakınlarında bir bölgede bulunduğuna inanılmaktadır. Yahudilerin ahiret inançlarının en ilgi çekici yanını ise biri bu dünyada diğeri başka bir evrende olmak üzere iki cennetten bahsedilmesi oluşturur. Buna göre Yahudilerin dünyanın dört bir tarafına yayılmadan önce yaşadıkları Mezopotamya bölgesi, aynı zamanda cennetin de bulunduğu yer olarak kabul görmektedir. Mesih‘in yeryüzüne inmesi ve kıyametin gelmesine kadar geçen sürede Yahudiler kutsal topraklarında mutluluk içinde yaşayacaklardır, ölüm ve üzüntü onlardan uzak olacaktır. Kutsal topraklarda mutlu bir yaşama olan inancın Yahudiler’in Babil sürgünü sırasında benimsendiği söylenmektedir.

Diğer bir tek tanrılı din olan Hristiyanlıkta ölüm sonrası yaşam ve ruhların durumu Yahudilikte de olduğu gibi az yer kaplamaktadır. Hristiyanlığa göre ilk yaratılanlar Adem ve Havva, cennette (bu bölge Yahudi kaynaklarında Aden olarak geçer) bulunurken ilk günahlarıyla birlikte yeryüzüne sürülmüştür. İlk günah nedeniyle yeryüzünün günahkar insan soyunu cezalandırmak için sıkıntılarla dolu bir yer olarak Tanrı tarafından tasarlandığı düşünülmektedir. Bu açıdan Yahudi inancında cennetin yeryüzünde bulunmasına benzer biçimde Hristiyanlığın cehenneminin de yeryüzünde kurulduğunu mecazen de olsa söylemek zor değildir. Hristiyanlığın çileci yanı ve günahlardan arınmaya yönelik vurgusu, yaşamı insanın doğuştan getirdiği günahlarından arınma ve tövbe etme uğraşı olarak biçimlendirmiştir. Ancak kısıtlı da olsa Mesih‘in yeryüzüne tekrar inmesi ve doğaüstü bir yeniden diriliş Hristiyan anlatılarında da mevcuttur. İsa‘nın ruhunun yeniden diriltildiğine inanılan Hristiyanlıkta, İsa’ya benzer biçimde tüm insanların ruhunun yeniden diriltileceği ve sonsuzluk kazanacağına dair inanç hakimdir.

Son semavi din olarak kabul edilen İslamiyet’te ise ölümden sonraki yaşam ayrıntılı olarak betimlenmiştir. İslamiyet’in temel kaynakları olan Kuran ve hadislerde ruhun bedenden nasıl ayrılacağı, kabir azabı, ahirette ruhların karşılaşacağı sorgulamalar, cennet ve cehennem tasvirleri, cehennemde karşılaşacak azaplara karşılık cennetin sınırsız nimetleri ayrıntılı biçimde betimlenmiş ve çok yerde tekrar edilmiştir. Buna göre insan öldüğünde ruhu bendenden ayrılacak, bu ayrılık insanın iyi biri mi kötü biri mi olduğuna göre kolay veya zor bir şekilde gerçekleşecektir. Öldükten sonra mezarda inancına dair çeşitli sorgulamalardan geçen ruhun asıl kaderini, kıyametten sonra yapılacak olan sınanmalar belirleyecektir. Burada dünyada yaptığı bütün kötülükleri sırtına yüklenen ruh; kılıçtan keskin kıldan ince olan ‘sırat köprüsünden’ (Ölü ruhların sınanacağı köprü\ geçiş tasavvuruna İran’ın eski dini Zerdüştlük’te ve başka birçok eski dinde de karşılaşılmaktadır.) geçebilirse sonsuz cennetle müjdelenecek, günahları ağır basarsa cehennemde yanarak günahlarının bedelini ödeyecektir. Ancak bu sonsuz azap düşüncesinin tahammül edilemez yüküne karşın Tanrı bağışlayıcılığını gösterir ve tanrı ile tanrının biricikliğine iman eden herkes günahlarının bedelini ödedikten sonra cennetle onurlandırılır.
Kaynakça
Akbaş, Muhsin. Yahudi ve Hristiyan Düşüncesinde Ölüm Sonrası Hayat ve Diriliş İnancının Dini ve Teolojik Temelleri. D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi. 2022. web 09.10.2024
Karakoç, Murat. Paleolitik Çağda Mezarlar Ve Ölüm Kavramı. Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi. 2016. web 09.10.2024
Ceyhan, İrem. Yahudi Cennet Tasavvuru Üzerine Bir Değerlendirme. Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi. 2019.
Kaçar, Erman. Aristoteles Metafiziğinin Temel İlkeleri İle Aydınlanmada Hakiki Metafizik İddiası Olarak Kant Metafiziği. Dört Öge. 2016. web 10.10.2024
Aras, Kurtuluş. Antik Yunanda Ölüm. Fırtına Dergisi. 2020. web 10.10.2024
Kahya, Ömer. Ölüm Sonrası Hayat: Sümerce Metinlerde Öteki Dünya. dergipark.org. 2018. web 10.10.2024
Mark, Joshua J. Antik Mısırda Ölüm. World History.org. 2017. web 09.10.2024
Besalel, Yusuf. Yahudilikte Ahiret İnancı. Şalom Gazetesi. 2012. web 09.10.2024